Yeni Şafak Yazarı Ömer Lekesiz’in kaleme aldığı “Sanatın iki kanadı: Hevâ ve heves” yazısını siz değerli okuyuculara sunuyoruz..
Sanatı kalbe mal edip, kuvveden (mefhumdan) fiile (görünürlüğe) çıkışını ruhun niteliklerinden olan hevâ ve heves ile nefsin niteliklerinden meraka tabi kıldığımızda, onu da genelde nefis için yapageldiğimiz iyi(lik) ve kötü(lük) ayrımının içine çekmiş oluruz.
Allah’ın yaratmasında (halk, hilkat) iyi ve kötü ayrımı yoktur. Yaratılan olarak insan nefsi de böyledir; özünde iyidir ama görünmeyen varlığı, iyi ile kötü ayrımıyla şârî’nin bildirmesinden ve fertteki tezahürlerinden anlaşılır. İmam Gazzâlî’nin kelimeleriyle nefis doğası gereği kulluktan, kölelikten nefret ettiği; ilk (cennet) hayatındaki alışkanlıkla tembelliği sevdiği, düşünmeyi ağır bulduğu, ibadetden zahmet duyduğu, sınırlanmaktan kaçtığı, oyuna ve eğlenceye düşkünlük gösterdiği bu anlaşılırlık üzerinden belirlenir.
Bu özellikleriyle nefs sanata bir öz verdiği gibi, zikrettiğimiz özellikleriyle de nerdeyse, örneğin “Şair, düşünmeyi düşünmenin ötesine taşıyabilen, düşünme perdesini aralayandır” vb. sanata mahsus tanımları da ele verir.
Buradan üretilebilecek ilk hüküm ise nefsin şeriatla çatılmasının aynıyla sanatın şeriatla çatılması anlamına geldiğidir.
Şeriat, önce nefsi kendisine, sonra başkalarına karşı koruması nedeniyle insanı iki yönden kuşattığı gibi, dünya ve ahiret mutluluğu yönünden yine çift bir kuşatışla kuşatmıştır. Bu manada nefse yüklenilen iyi(lik) ve kötü(lük) özelliğinin şeriat tarafından sabitlenmiş olması gerekir ki, zaten böyledir. Ancak bu sabitlenme zahirde ya da zahirle gerçekleşmiş olup, kalp, nefs ve ruh yönünden mümkün değildir. Çünkü hâl (kalp), maksat (nefs) ve manevî fillerin (ruh) hükmü batında gerçekleşir ki, batın zahir olmayandır.
Buna göre, sanatın Ef’âl-i Mükellefîn’deki karşılığını müstakil bir yazıda işleyeceğimizi belirterek, zikrettiğimiz esasta iyi ile kötünün anlamlarını daha geniş bir düşünsel yelpazede aramak zorunda olduğumuzu ileteceğiz.
Çünkü, İbnü’l-Arabi’nin yorumuyla, “İyilik ve kötülük, iyi ve kötü için özlerinden kaynaklanan iki niteliktir. Fakat bir şeyin iyiliği ve kötülüğü, yetkinlik ve eksiklik veya maksat veya yatkınlık veya doğa veya nefret veya alışkanlığa göre algılanır. Bazı şeylerin kötülüğü ve iyiliği sadece Hakk’ın bildirmesiyle –ki şeriat demektir– anlaşılır. Böylece ‘şu kötü, bu iyidir’ Bu şeriattan bir bildirimdir, hüküm değildir. Bu nedenle zamana, şahsa ve hal koşuluna göre iyilikten ve kötülükten söz ederiz.”
Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin kötülük esaslı şu batıni yorumu da bizi mezkur arayışımız konusunda cesaretlendirir:
“Kötülük seni üzen şeydir. Dolayısıyla sen, kötülüğün etkisinin bulunduğu bir yersin. Kötülük, bir fiil olması yönünden kötü diye nitelenmez. Her fiil, kendisini var eden ilahi bir ismin fiilidir. Her ilahi ismin böyle bir fiili var etmesi, kendisinden ortaya çıkan bir iyiliktir. Dolayısıyla bu fiil, sadece onu kötü gören ya da kötüleştirdiği kimsede kötü olabilir. Bu ise, insanın nefsidir. Çünkü acıyı ancak bulunduğu kimse bulabilir. Acının hükmü, kendisini var edende değil, acıyı duyanda ortaya çıkar. Çünkü kötülüğün öznesinde bir hükmü yoktur.”
Bu durumda yazımızın ilk paragrafında dile getirdiğimiz çekliyle sanatı iyi(lik) ve kötü(lük) ayrımının içine çekmemiz, ilk bakışta doğru gibi görünse de sanatçının niyet ve filiyle birlikte düşündüğümüzde İbnü’l-Arabî’nin yorumları görüşümüzü de değişmektedir. Bu değişmenin sanatçıya şeriatı içinde verilen hareket alanını genişleteceği ise yine İbnü’l-Arabî’nin şu görüşlerinden anlaşılmaktadır:
“Kişi hevanın ancak heva vasıtasıyla (yani bir başka arzuyla) defedileceğini, hevanın iradeden başka bir şey olmadığını anlasaydı, irade edilen bir şeyin gerçekleşmesi durumunda nefsin haz alacağını öğrenirdi. Her irade bir hevadır ve heva nefse haz verir. Lezzetin bulunmadığı bir şey arzu edilmez. Heva (düşmek anlamındaki heviye ile ilişkisi nedeniyle) nefse düştüğü için böyle isimlendirilmiştir. Onun nefse düşmesi ise Rabbinin iradesiyle sende gerçekleşmiştir. Binaenaleyh hevadan daha üstün bir şey yoktur, çünkü heva seni Hakk’a yönlendirir, sen de O’nunla haz alırken artık başkasını görmezsin. Bununla beraber yaratılmışlar böyle bir idrakten perdelenmişlerdir. Onlar kendilerindeki iradeyle hareket eder, onu –heva olmadığı halde– heva diye isimlendirirler. Bu itibarla heva ariflere ait iken irade sıradan insanlara aittir. Onlar bir yandan hevayı kınarken aynı zamanda onun için çalışırlar.”
Bu bilgilerden sanatın evvel emirde bir zevk olması meselesine geliyoruz.
Bunun için de önce hevesi ele almamız gerekiyor.
” yazısını siz değerli okuyuculara sunuyoruz..
Sanatı kalbe mal edip, kuvveden (mefhumdan) fiile (görünürlüğe) çıkışını ruhun niteliklerinden olan hevâ ve heves ile nefsin niteliklerinden meraka tabi kıldığımızda, onu da genelde nefis için yapageldiğimiz iyi(lik) ve kötü(lük) ayrımının içine çekmiş oluruz.
Allah’ın yaratmasında (halk, hilkat) iyi ve kötü ayrımı yoktur. Yaratılan olarak insan nefsi de böyledir; özünde iyidir ama görünmeyen varlığı, iyi ile kötü ayrımıyla şârî’nin bildirmesinden ve fertteki tezahürlerinden anlaşılır. İmam Gazzâlî’nin kelimeleriyle nefis doğası gereği kulluktan, kölelikten nefret ettiği; ilk (cennet) hayatındaki alışkanlıkla tembelliği sevdiği, düşünmeyi ağır bulduğu, ibadetden zahmet duyduğu, sınırlanmaktan kaçtığı, oyuna ve eğlenceye düşkünlük gösterdiği bu anlaşılırlık üzerinden belirlenir.
Bu özellikleriyle nefs sanata bir öz verdiği gibi, zikrettiğimiz özellikleriyle de nerdeyse, örneğin “Şair, düşünmeyi düşünmenin ötesine taşıyabilen, düşünme perdesini aralayandır” vb. sanata mahsus tanımları da ele verir.
Buradan üretilebilecek ilk hüküm ise nefsin şeriatla çatılmasının aynıyla sanatın şeriatla çatılması anlamına geldiğidir.
Şeriat, önce nefsi kendisine, sonra başkalarına karşı koruması nedeniyle insanı iki yönden kuşattığı gibi, dünya ve ahiret mutluluğu yönünden yine çift bir kuşatışla kuşatmıştır. Bu manada nefse yüklenilen iyi(lik) ve kötü(lük) özelliğinin şeriat tarafından sabitlenmiş olması gerekir ki, zaten böyledir. Ancak bu sabitlenme zahirde ya da zahirle gerçekleşmiş olup, kalp, nefs ve ruh yönünden mümkün değildir. Çünkü hâl (kalp), maksat (nefs) ve manevî fillerin (ruh) hükmü batında gerçekleşir ki, batın zahir olmayandır.
Buna göre, sanatın Ef’âl-i Mükellefîn’deki karşılığını müstakil bir yazıda işleyeceğimizi belirterek, zikrettiğimiz esasta iyi ile kötünün anlamlarını daha geniş bir düşünsel yelpazede aramak zorunda olduğumuzu ileteceğiz.
Çünkü, İbnü’l-Arabi’nin yorumuyla, “İyilik ve kötülük, iyi ve kötü için özlerinden kaynaklanan iki niteliktir. Fakat bir şeyin iyiliği ve kötülüğü, yetkinlik ve eksiklik veya maksat veya yatkınlık veya doğa veya nefret veya alışkanlığa göre algılanır. Bazı şeylerin kötülüğü ve iyiliği sadece Hakk’ın bildirmesiyle –ki şeriat demektir– anlaşılır. Böylece ‘şu kötü, bu iyidir’ Bu şeriattan bir bildirimdir, hüküm değildir. Bu nedenle zamana, şahsa ve hal koşuluna göre iyilikten ve kötülükten söz ederiz.”
Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin kötülük esaslı şu batıni yorumu da bizi mezkur arayışımız konusunda cesaretlendirir:
“Kötülük seni üzen şeydir. Dolayısıyla sen, kötülüğün etkisinin bulunduğu bir yersin. Kötülük, bir fiil olması yönünden kötü diye nitelenmez. Her fiil, kendisini var eden ilahi bir ismin fiilidir. Her ilahi ismin böyle bir fiili var etmesi, kendisinden ortaya çıkan bir iyiliktir. Dolayısıyla bu fiil, sadece onu kötü gören ya da kötüleştirdiği kimsede kötü olabilir. Bu ise, insanın nefsidir. Çünkü acıyı ancak bulunduğu kimse bulabilir. Acının hükmü, kendisini var edende değil, acıyı duyanda ortaya çıkar. Çünkü kötülüğün öznesinde bir hükmü yoktur.”
Bu durumda yazımızın ilk paragrafında dile getirdiğimiz çekliyle sanatı iyi(lik) ve kötü(lük) ayrımının içine çekmemiz, ilk bakışta doğru gibi görünse de sanatçının niyet ve filiyle birlikte düşündüğümüzde İbnü’l-Arabî’nin yorumları görüşümüzü de değişmektedir. Bu değişmenin sanatçıya şeriatı içinde verilen hareket alanını genişleteceği ise yine İbnü’l-Arabî’nin şu görüşlerinden anlaşılmaktadır:
“Kişi hevanın ancak heva vasıtasıyla (yani bir başka arzuyla) defedileceğini, hevanın iradeden başka bir şey olmadığını anlasaydı, irade edilen bir şeyin gerçekleşmesi durumunda nefsin haz alacağını öğrenirdi. Her irade bir hevadır ve heva nefse haz verir. Lezzetin bulunmadığı bir şey arzu edilmez. Heva (düşmek anlamındaki heviye ile ilişkisi nedeniyle) nefse düştüğü için böyle isimlendirilmiştir. Onun nefse düşmesi ise Rabbinin iradesiyle sende gerçekleşmiştir. Binaenaleyh hevadan daha üstün bir şey yoktur, çünkü heva seni Hakk’a yönlendirir, sen de O’nunla haz alırken artık başkasını görmezsin. Bununla beraber yaratılmışlar böyle bir idrakten perdelenmişlerdir. Onlar kendilerindeki iradeyle hareket eder, onu –heva olmadığı halde– heva diye isimlendirirler. Bu itibarla heva ariflere ait iken irade sıradan insanlara aittir. Onlar bir yandan hevayı kınarken aynı zamanda onun için çalışırlar.”
Bu bilgilerden sanatın evvel emirde bir zevk olması meselesine geliyoruz.
Bunun için de önce hevesi ele almamız gerekiyor.