Yeni Şafak Yazarı Ömer Lekesiz’in kaleme aldığı “Şemseddin Sâmi’den Yahya Kemal’e medeniyet” yazsını siz değerli okuyuculara sunuyoruz..
Medeniyet kelimesinin günümüzdeki kullanılışına en yakın anlamı ve bundan medeniyetçiliği üretme yolunu Şemseddin Sâmi’nin (v. 1904) Kamus-ı Türkî’sinde buluyoruz.
Şemseddin Sâmi’den on yıl önce vefat eden James W. Redhouse Müntehabât-ı Lügât-ı Osmaniyye’sinde medeniyet kelimesi hâlâ “Şehrîlik, şehrî olmak” şeklinde anlamlandırılırken, Şemseddin Sâmi bu kelimeyi ilk defa şöyle tanımlar:
“Ulum ve fünûn ve sanayi ve ticaretin semerâtından bihakkın istifade ile hüsnühâlde ve refah ve asayişte yaşayış, hazariyyat, terakki: medeniyete nail olan ümem; eski zaman medeniyetleri, Avrupa medeniyeti.”
Şemseddin Sâmi, bizdeki gibi Avrupa’da da 18. yüzyılın sonlarında tedavüle giren civilization, civilise-r, kelimelerini yine bu minvalde anlamlandırır. Örneğin ona göre civiliser “Medeniyete îsal etmek, temdin etmek; nazikleştirmek, kabalığını gidermek, dövmek, te’dib etmek; (…) hadâriyete nail olmak, temeddün etmek…” demektir. (Resimli Kâmûs-ı Fransevî, Haz.: Şerif Eskin, TÜBA Yayınları, Ankara 2017)
Mezkur kelimenin serüveni buraya dayanınca, münevverlerin düşüncelerini bu yeni tanım üzerinden beyan etmeleri sanki kaçınılmaz olur. Filibeli Ahmed Hilmi 1910’da “Avrupa medeniyetinin içyüzünden, bu medeniyetin istikbalinden, düvel-i muazzamanın âlem-i İslâm’a karşı siyasetinden, her devletin siyaset-i mahsûsasından bahseden bir eser” olarak Yirminci Asırda Âlem-i İslam ve Avrupa Siyaseti adlı bir risale yayımlayacak, 1908 yılında yayın hayatına başlayan Sırât-ı Müstakîm’de Şemseddin Sâmi’nin kullandığı terakkî kelimesinin içi Müslümanca bir bakış açısıyla doldurulmaya çalışılacak, Mehmet Akif ise 1912’de,
“Sırr-ı terakkînizi siz,
Başka yerlerde taharrîye heveslenmeyiniz.
Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;
Çünkü her noktada taklîd ile sökmez hareket.
Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını;
Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyyeti yok san’atın, ilmin; yalnız,
İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:
Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,
Kendi mâhiyyet-i rûhiyyeniz olsun kılavuz.
Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.”
mısralarını yazıp, 1921’de İstiklal Marşı’ndaki “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraıyla fikrî ve siyasî bir çatışmanın ilk işaret fişeğini atarak, henüz medeniyetçiliğin değilse de bitmeyecek bir medeniyet tartışmasının önünü açacaktır.
Zira, büyük düşmanımız Avrupa medeniyetinin kötülenmesi delilsiz olmayacağı için, önce bize özel bir şanlı medeniyet kurgusunun yapılması ve aynı zamanda bir övünme, rekabet vesilesi olan bu kurgunun ideolojiye dönüştürülmesi elzem hâle gelecektir.
Bu kurgu ve ideolojinin fikrî / edebî zeminini ise İslamcılar değil, Sağcılığın ilk Türkiye şubesi olan, Türk edebiyatının iki büyük değeri Yahya Kemal ile Ahmet Hamdi Tanpınar kuracaktır.
Mehmet Samsakçı’nın da vurguladığı üzere, Yahya Kemal (v. 1958) için, “Asıl Türk tarihi, 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu ve Rumeli’deki fetih, iskân ve medeniyet hamleleri ile başlar. Ona göre Malazgirt öncesi mazimiz ‘kable’l-tarih’tir. Bu milli tarih öncesi dönem elbette bilinmeli ve araştırılmalıdır fakat Türk milletinin dünyaya sunduğu ve en güzel örneğini verdiği medenî seviye 1071’den sonraki gelişmelerle elde edilmiştir.” (Yahya Kemal, Ketebe Yayınları, İstanbul 2021)
Üsküp doğumlu olan Yahya Kemal’in Rumeli’nin fethini ve oradaki Türk varlığını önemsemesi normal görülebilir ama, onun Büyük Selçuklu’nun Alparslan’dan öncesini ve onu büyük kılan değerleri ‘kable’t-tarih’ sayması normal görülemez. Bu manada Yahya Kemal’in dinî değil, kavmiyyet esaslı bir medeniyetçiliği esas alması ise sıradan bir yönelim olmasa gerektir.
Rumeli’nin fethiyle ilgili bol nâralı, nal ve kılıç şakırtılı mısralar yazan Yahya Kemal’in medeniyetçiliği, -onu yakından tanıyanların ortak kanaati olan korkaklığının bundaki psikolojik payını paranteze alarak söyleyecek olursak- şecaatçı, serdengeçti, serüvenci… bir medeniyetçiliktir. Bunlar da din ile değil doğrudan fıtratla ilgilidir.
Gerçi Oğuz Demiralp’in edebiyatın bir diğer büyük devi Abdülhak Şinasi Hisar için yaptığı ‘namazında değil ama niyazında biriydi’ şeklindeki zarafet yüklü tespit, Yahya Kemal için de geçerlidir. Ayağı takılıp da yıkılmadığı sürece alnı secdeye gelmeyen Yahya Kemal’in, İstanbul’un fethine, selatin camilere hayranlığını her fırsatta ifade etmesine rağmen din ile ilişkisi dil / Osmanlı Türkçesi yoluyla kültürel bir ilişkiden ibarettir.
Tanpınar’a gelince…
https://www.yenisafak.com/ ÖMER LEKESİZ