İnsanlar, bulundukları ortamın ve toplumun etkisi altındadır. Toplum, kimliğine uygun olarak ferdini âlâyı illiyyîne/yücelerin yücesine çıkardığı gibi, esfeli sâfilîne/aşağıların aşağısına da indirir. Allah’ın boyasıyla boyanan toplumlar, ferdini âlâyı illiyyîne yüceltirken, tâğûtun boyasıyla kararan toplumlar da insanını esfeli sâfilîne yuvarlar. “Her doğan İslam fıtratı üzere doğar. Anası-babası yahudi ise, çocuk da yahudi, hristiyan ise hristiyan, mecusi ise mecusi olur.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvûd, Sünne 17; Tirmizî, kader 5) hadisi, ferdin; ortam ve bu ortamı kuşatan toplumun etkisi altında olduğunu vurgulamaktadır.
Bir asrı aşkın zamandır -özellikle seküler/laik toplum sürecine girdikten sonra- insanımız bambaşka bir ortamda doğmuştur. On sekiz yıl ezanların başka dilden okunduğu, K.Kerim ve dinî kitapların toprağa gömüldüğü, Kur’an okutan hocaların jandarma dipçiği ile karakollara götürülüp işkence edildiği, çeşitli provokasyonlarla âlimlerin darağaçlarına çekildiği bir ortamda dünyaya gelen insanımız, kimlik bunalımına düşmüştür. İzinden gideceği ne bir lider ne de bir cemaat bulamamanın acı sonucu olarak, yıllarca -bilerek veya bilmeyerek- seküler/laik düzene angaje olmuştur Tevhitle şirki, imanla küfrü birbirine karıştırarak yaşamıştır. Çünkü toplumun, kendini çevreleyen dokusu hep şirk ve küfür örgüsüyle işlenmiştir. Devamlı bâtıllar konuşulmuş ve hak susturulmuştur. Bu ara dönemde, inançları ve amelleri bulanık insanlar yetişmiştir. Bizler bu insanların evladı veya torunu olarak dünyaya geldik. Şu anda babalarımızın ve dedelerimizin kendilerine enjekte edilen, şirk tortuları ile karışık inanç ve amelleri, bizi hayli düşündürüyor ve endişelendiriyor. Bizler, “Ey iman edenler! (imanınızı gözden geçirerek yeniden) iman edin/imanınızda sebat edin” (4/Nisa:136) ayeti ile kendine gelip imânen arındıktan sonra yaşadığımız ortamı ve rejimi sorgulayarak, ona alternatif olmanın yolunu tutmalıyız. Yani yıllarca lâdinî sistemin baskısı altında akıl ve din emniyetinden uzak, şoklanarak yetişmiş insanımıza “Model” olmak zorundayız.
Bu bağlamda her yönüyle bizler için “güzel örnek” (33/Ahzab:21) olan Rasûlüllah’ın, ashabına nasıl canlı bir model olduğunu gösteren şu tarihî kesiti vererek konuyu temellendirmek istiyorum:
Bütün siyer kitaplarında kaydedildiği üzere Rasûlullah (s.a.v.), ashabın tansiyonunu yükselten Hudeybiye anlaşmasını imzalamıştı. Bu anlaşmanın maddeleri dış görünüş itibariyle Müslümanların aleyhine idi. Hatta Hz. Ömer dayanamayıp Hz. Ebubekir’e:
-“O, Allah’ın Rasûlü değil mi? Niye böyle yapıyor, taviz veriyor” diye sesini yükseltiyordu. Hz. Ebubekir’den:
-“Elbette O, Allah’ın Rasûlüdür, yanlış yapmaz” cevabını alıyordu ama dayanamayarak Peygamberimizin yanına kadar varıp:
-“Yâ Rasûlallah! Sen Allah’ın Rasûlü değil misin? Bu maddeleri kabul ederek müşriklere neden bu kadar taviz veriyoruz?” diyerek serzenişte bulununca O’ndan da:
“-Elbette ben Allah’ın Rasûlüyüm” cevabını alıyordu.
Gerek Hz. Ömer gerekse Hudeybiye anlaşmasına şahit olan diğer sahâbîlerin bu hali, O gaye insan ufuk Peygamber’e bir tavır koyma değildi. İleriyi göremeden o anki zahirî hale itibar edip olay karşısında “ŞOKE” olmaları idi. Onların bu şoke hali devam ederken Rasûlullah (s.a.v.):
-“Tıraş olup kurbanlarınızı keserek ihramdan çıkın” emrini vermişti. O anda olayın etkisiyle sağlıklı düşünemeyen şok halindeki ashâb, sanki bir şey duymamış gibi hareketsiz kalakalmıştı. Rasûlullah (s.a.v.) üzülerek çadırına girince O’nun bu halini gören Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme (r.anhâ):
-“Ya Rasûlallah! Sen tıraşını ol, kurbanını kes, ihramdan çık. Böylece onlar da senden gördüklerini yaparlar” demişti.
Rasûlullah (s.a.v.) aynısını yapar. O’nu gören ashâb birer birer kalkarak Rasûlullah’ı (s.a.v.) takip ederler. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) onları, olayın etkisinden kurtaracak “canlı bir model” olmuştur.
Topluluklar, değişik olaylar karşısında şoke olabilmektedirler. Yukarda da değindiğimiz gibi şirkin ve küfrün iktidar olduğu coğrafyalarda yaşayan insanımız da, inançları ve zihinleri dumura uğratılarak “şoke” edilmişlerdir. Onları bu halden kurtaracak, yaptıkları, kalplerinde ve hayatlarında ma’kes bulabilecek “Model Müslümanlara” ihtiyaç vardır. Muhammedî bir eda ile bu toplum içerisinde, İslam’ı nefsinde ve neslinde yaşayan, beden dilleri ile konuşan “Model Müslümanlar” vücuda getirilmelidir. Tâğûtî sistemlerin karanlığında bunalan insanımız, her türlü aydınlığı onlarda bulmalı, onlarda dirilmelidir. Yoksa alternatif göstermeden insanımızı “Batı yanlısı Müslüman, laik düzene angaje olmuş Müslüman” gibi suçlamalar, kolaycılıktır. Model insan, hakkı göstermeden, bâtılda bocalayan insanımızı haksız yaftalama ucuzluğuna düşmez.
Beden diliyle örnek olan “Model Müslümanları” gören diğer insanlar, “İslam’ı temsilde” o fertlerin “dediklerinden” ziyade, “beden dillerinden” daha çok etkilenirler. Bu da “Sizler Kitab’ı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (2/Bakara:44) ve “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (61/Saf:2) ayetlerindeki uyarıya kulak veren “Dik duruşlu, sözünün eri ve omurgalı Müslüman” kimliğini elde etmekle mümkündür. Klişeleşmiş sloganlar geveleyerek veya artistlik yaparak İslam temsil edilemez.
İmam Gazali: “Lisan-ı hâl ile söylemek, sözle söylemekten daha fasihtir. İnsan tabiatı, sözlere uymaktan ziyade amellerle müşahedeye daha meyillidir” der.
“Nitekim kim sadece dili ile nasihat ederse, sözü boşa gitmiştir. Kim de hal ve hareketi ile nasihat ederse onun söz okları hedefini bulmuş olur.” (Râzî, Mefâtihu’l Ğayb,2/482).
Öyleyse sen sus! Beden dilin konuşsun.
Unutmayalım ki, tebliğ ettiklerini temsil etmeyenlerin, İslam’ın imajını bozmada büyük veballeri vardır. Toplum, sözüyle değil beden diliyle/yaşantısıyla örnek olan model Müslümanlara hasrettir.
Musab SEYİTHAN
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
Model insan azaldı mı
Yoksa
Biz mi fark edemiyoruz