islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4795
EURO
36,4287
ALTIN
2.955,56
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

SEVİLEN MALLARDAN TASADDUKTA BULUNMANIN HİKMETİ NEDİR?

SEVİLEN MALLARDAN TASADDUKTA BULUNMANIN HİKMETİ NEDİR?
23 Temmuz 2021 07:40
A+
A-

Prof. Dr. Ali Seyyar

Hemen her zengin Müslüman, zaruret içinde olmadığı için, mallarının bir kısmını cömertçe tasaddukta bulunabilir. Ancak özellikle çok sevilen bir maldan bir şey vermek ve hatta hepsini infak etmek, herhalde o kadar kolay bir iş olmasa gerek. En azından nefsimize ağır gelebilir, değil mi? Var mı bugün buna rağmen böyle her sevdiğini kolayca verebilen zenginler? Belki de cömertlikleri ve sosyal duyarlılıkları nefsanî temayüllerinden ve mala düşkünlüklerinden daha yüksek olduğu için, manevî derecelerine göre sevdikleri mallarının önemli bir kısmını, hiçbir kanunî zorlama olmadığı halde muhtaçlara dağıtabilen insanlarımız halen vardır toplumumuzda. Kim bilir? 

Ama şu bir gerçek ki, bu gibi kendini aşan insanlar, Kur’ân-ı Kerim’de övülerek bahsedilmektedir. Bir sosyal bilimci olarak tespit edebildiğim kadarıyla sevmelerine rağmen mallarını muhtaçlara verenlerle ilgili olarak iki önemli âyet mevcuttur: 

“Onlar, sevmelerine (kendi canları çekmesine) rağmen ellerindeki yiyeceği miskine (gizli fakire), yetime ve esire (seve seve) yedirir.” (İnsan; 76/8). 

“…Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin… tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara; 2/177).

Demek oluyor ki Kur’ân-ı Kerim, bu hasleti taşıyan insanlardan bahsettiğine göre, verdiği sosyal mesaj itibarıyla, hem bu yönde bir teşvik, hem de böyle insanların gerçekten var olduğu mahiyetindedir. Bugün böyle üstün meziyetli insanlar var mıdır? Haydi hüsn-ü zan besleyerek, az da olsa vardır diyelim. Ama, asrı- saadette tam da bu âyetlere uygun hareket eden insan prototipinin olduğunu söyleyebilirim. Başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ömer ve onun oğlu Hz. Abdullah bin Ömer olmak üzere birçok sahabi, sevdikleri mallardan ve yiyeceklerden başkalarına gönülden vermiştir. Peki, bunu nasıl başarabilmişlerdir? Hiç düşündünüz mü? Birkaç sebep sayabilirim:

Allah İçin İnsan Sevgisi Şuuruna Sahip Olmak

Çünkü zengin sahabilerin gönülleri, altın, gümüş ve hatta dünya sevgisi ile değil insan sevgisi ile doluydu. Sahabiler, sevdikleri mallardan insanlara seve seve verebilmiş ise, bu Haluk (Yaratan) ile Halık (Yaratılan) sevgisinin üst derecelerde olduğu ile ancak izah edilebilir. Zengin sahabilerin sosyal olmalarının asıl sebebi, mal ve mülk sahibi olmaktan ziyade muhabetullah yani Allah sevgisiydi. Çünkü nice zenginler var ki, mal ve mülk sahibi oldukları halde sosyal duyarlı olamamaktadır, yani başkaları için cömert davranamamaktadır; çünkü o cimri zenginler, dünyayı kendileri için baş tacı edinmiş ve yoksulluk korkusuyla başkalarına iyilikte bulunmaktan kaçınır. Sahabiler, imanlarının bir tezahürü olarak bu gafletin içine sürüklenmemiştir. Çünkü sosyal bilinç, ancak Allah ve insan sevgisinin buluştuğu bir noktada şekillenir ve ibadetlerle yeşerir. 

Malların Sadece Bir Emanet Olduğunun Şuuruna Sahip Olmak

İnsanın sahip olduğu her şeyin tek sahibi aslında sadece Allah’tır. Bundan dolayıdır ki insanın emaneten sahip olduğu malını, asıl sahibi olan Allah’ın gösterdiği istikamette kullanması kulluğun bir gereğidir. Ku’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde, varlıklı müminlere Allah yolunda infak tavsiye edilmiş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.

“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın.” (Bakara; 2/267).

Emanet şuurunu tam idrak eden zengin sahabiler, hiçbir zaman ellerindeki mal ve mülkü kendilerine ait olarak görmemiştir. Her şeyin sahibinin ancak Allah’ın olduğuna iman etmiş olan sahabiler, kendilerini elde ettiklerinin sadece emanetçisi olarak görmüştür. Bunun için ellerindeki mal ve mülkün kullanma yetkisini, ancak Allah rızasını kazanma çerçevesinde kullanmışlardır. Mal sahibi olmanın manevî yükümlülüğünü idrak etmiş olan varlıklı sahabiler, bundan dolayı zenginliğin hikmetini ve imtihan boyutunu da iyi anlamıştı. Onlar, bu mülkün sadece emanetçileriydi. Onlara düşen görev, malı helal yoldan elde etmek, helal yolda harcamak, mal emanetini iyi korumak, meşru zeminde iyi değerlendirmek ve Allah adına hayırda kullanıp malını, sevseler dahî muhtaçlarla paylaşmaktı.

Zengin sahabiler, ne ibadetlerinde, ne de Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan infak etmede ihmalkârlık göstermemiştir. İnfakta bulunmak, nefis yönüyle onlara hiç de zor gelmemiştir. Çünkü dağıttıkları şeylerin aslında kendi özel mülkiyetlerinde bulunan mallar olmadığını çok iyi idrak etmişlerdi. Onlar sadece mallarının bir emanetçisi idiler. Sahabi Hz. Abdullah ibni Mesut ne güzel söylemiş: “Hepiniz misafirsiniz; elinizdeki dünya malı da emanettir. Misafir, elbet bir gün gidecek ve emanet sahibine verilecektir.

Rızkın Sadece Allah’tan Geldiğinin Şuuruna Sahip Olmak

Sahabilerin merhametli, sosyal ve cömert olmalarının bir sebebi de Allah’a tam bir ihlâsla iman etmelerine bağlı olarak rızkın da sadece O’ndan geldiğine inanmalarıdır. Rızık verenin Allah olduğu inancı, sahabilerin ruh dünyasını o kadar etkilemiştir ki, elde ettikleri ne varsa onu Allah’tan bilmişler ve bu manevî bilinç ile başkalarının da bu rızıktan hakkı olduğunu düşünmüşler ve dolayısıyla yeryüzünün halifeleri (sorumlu takva sahipleri) olarak en çok sevdikleri malları dahî başkalarıyla paylaşmışlardır. Sahabiler, sosyal ve manevî sorumluluk şuurunu Kur’ân ve Sünnetten aldıkları için, kendilerine ait olan ne varsa gönül rahatlığı ile başkalarına verebilmiştir. Nitekim Kur’ân’da geçen birçok âyet, rızkın yalnız Allah’ın uhdesinde olduğunu açıkça göstermektedir:

“Yeryüzünde yürür hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’a ait olmasın. Allah, onların (dünyada) duracak, (öldükten sonra emaneten) dinlenecek yerlerini, saklanacak yerleri bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.” (Hud; 11/ 8). 

Kısacası, rızkın bolluğu da azlığı da Allah’ın iradesi altında olduğunu en iyi bir şekilde anlayan ve buna göre sosyal hayatlarını biçimlendiren sahabiler, sevdikleri mallarından da infakta tereddütsüz olarak bulunabilmiştir. İşte böyle bir sahabi şuuruna sahip olan günümüz Müslümanları da Kur’ân ve Sünnete uygun olarak sevdikleri şeyleri, Allah rızasını kazanmak için, başkalarına kolayca verebilir, vesselâm.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.