13 Şubat 1925’de başlayan Şeyh Said hareketiyle ilgili bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi ve çeşitli görüşler ortaya atıldı. Üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, hareket ile ilgili tartışma ve polemikler halen de devam etmektedir. Hareketin dini mi, yoksa milli (etnik talepler içeren) bir hareket mi olduğu en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Bir diğer önemli konu da Şeyh Said ile birlikte harekete katılan Kürt eşraf, ağa, bey, aydın ve şeyhlerinin konumları, yargılama esnasındaki tavırları, söz ve eylemleri. Kemalist rejimin yanında yer alan Kürtlerin durumları, ihbar ve iftiraları da ayrı bir araştırma ve inceleme konusudur. Bugüne kadar herkes kendi duruşu ve bakış açısına göre olayları anlatmış ve yorumlarda bulunmuştur. Hareketin başlangıcından sonuna kadar cereyan eden olaylarla ilgili devlet arşivi inceleüstmeye açılmadığından rivayetler bazen birbirine 180 derece zıt olduğu görülmektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafında son zamanlarda yayınlanmış bulunan İstiklal Mahkemeleri zabıtlarının, harekete ışık tutacak önemli bilgiler içermekte olduğunu görmekteyiz.
Konuyla ilgili olarak Sezai Karakoç’un dikkate değer kendi görüş ve düşünceleri bulunmaktadır kuşkusuz, Onun Piran’da gördükleri, baba ve amcalarından işittikleri dikkate değer özellikte olup kendi zaviyesinden dile getirmektedir. Sezai Karakoç, eski adıyla Piran, bugünkü adıyla Dicle kasabasına geldiklerinde, Ergani’de başladığı ilkokula burada devam eder.
Karakoç, Şeyh Said hareketini anlatırken, Piran’ın fiziki ve sosyal durumuna değinir. “Piran, yeni ilçe olduğundan birçok faaliyete sahne oluyordu. Hükümet Konağı yapılıyordu. Yakınında bir ev tuttuğumuzdan atılan dinamiklerle zaman zaman sarsılıyorduk. Evimizin yanından hemen dağ başlıyordu kocaman palamut ağaçları vardı palamutlar dökülüp duruyordu yerlere. Cumhuriyet Bayramı için kurulan taklar henüz yerlerinde duruyordu.”
Dağ imajı, birçok şair ve sanatkârın hayalini süslemiştir daima. Dağların sırrına vakıf olmak isteyenler, dağ metaforu ile kalem oynatmış ve dağlarla ilgili duygularını kelime kalıplarına dökmüşlerdir.
Dağlar… Bütün sevdiklerini yitirmişlerin, kara sevdalı bağrı yanıkların, modern şehir hayatından bıkmışlarım, çaresizlerin, Derdini anlatacak birilerini bulamayanların tek barınağı Dağlar…
Bilge kişilerin ve şairlerin yüce ilham kaynağı, büyük değişim ve inkılapların özgürlük mekânı ve peygamberlerin Vahiy Makamı dağlar…
Karakoç, Piran’la ilgili gözlemlerini anlatırken, o yaştaki bir çocuğun safiyeti içinde kelime kalıplarına döker: “Piran, iki bin-üç bin nüfuslu bir kasabaydı. İki tarafı dağlık önü ova olan bir vadide kuruluydu şehir. Dicle, birkaç kilometre batısında akıyordu. Dicle’nin kenarında Parubent adlı bahçelik bir köy bulunuyordu. Bol suyu olan bir kasabaydı Piran. Tam ortasında kucakla suyu akan bir çeşmesi vardı. Çeşmenin arkasında kapalı havuzu eskiden kalma bir yapıydı. Çeşmenin suyu buz gibiydi ve aktığı yerde sülükler yaşıyordu.”
Karakoç, hayatın ilerleyen zamanlarda bunu şiir diliyle ifade edecektir:
“Kara incir ve nar,
Piran ülkesinde bir bahar,
Suyunun derin sülüklerden,
Örülmüş saçları var.”
İnsanoğlu, başka bir yere gittiğinde, kendi şehir ve kasabasında görmedikleri durumları anlatmayı sever: “Kasabanın aşağısında bahçeler ve tarlalar uzuyordu İri kara incirleri güneşte çatlamış narları, yabani menengüç ve dağdağan denilen ağaçları ve bostanlarında bol miktarda yetişen kavunlarıyla hayvancılığa ve ziraat ile kendini besleyebilecek bir ilçe idi Piran. Büyük kazanlarda yağları eritiliyor. Diyarbakır’dan İstanbul’dan gelen tüccarlara satılıyordu. Urfa yağı Diyarbakır yağı sade yağ denilen cinsten olan bu yağın elde edildiği yerlerden biriydi Piran. Ergani’de köylerden gelirdi bu yağ ki adı erimiş yağdı. Yemekte bu yağ kullanılıyordu.
Piran’ın dağı çok yüksek değildi ama daha çok eski zamandan kalma taş mağaralar vardı. Büyük kayaların içi oyulmuş tek odalı evler yapılmıştı. Muntazam sedirli tavanı kubbe gibi oyulmuş taş evler. Yerden yarım metre ufak bir kapısı vardı bu evlerin. Arkadan bakılınca tabii hiç kayadan başka bir şey değildi bu evler. Bir de dağın tam ucunda bir mezar vardı. Belki türbeydi sonradan yakılmıştı. Belki o da Zülküfül Makamı’nın (Ergani’deki dağın tepesinde bulunan Zülküfül Peygamberin makamı) akıbetine uğramış, yani yıktırılmıştı. Halk “Pir” diyordu orada yatan için. Büyük saygısı vardı. Çocuklar bizi oraya götürdükleri zaman kötü bir adetin etkisiyle toprağından bir miktar alarak ağızlarına attılar, bizi de buna zorladılar. Pir’in toprağından yemeyi yadırgamıştık doğrusu toprağı. Yenile yenile biraz oyulmuştu mezar. Çocuklar, Şeyh Said’ten bahsediyorlardı Şeyh Said onların gözünde bir evliyaydı. Savaşırken gelen kurşunların bedenine tesir etmediğini ve patır patır yere döküldüğünü inanıyorlardı. Sonra askerler gelince Şeyh Said bir binada kaybolmuş. Şeyh, menkıbeleşmiş, efsaneleşmiş gibiydi onların nazarında. Yakalanıp idam edildiğini bilmiyorlardı.”
Karakoç, bir yıl yaşadığı Piran’la ilgili çok ilginç bir gözlemini aktarır: “Piran halkı, mezhep itibariyle Şafii idi, Ergani ise Hanefi. Her ikisinin de köyleri Şafii mezhebindendi. Kasabanın çeşmesinden biz çocuklar su içmeğe gittiğimizde, çeşmeye inen daracık patikada, ister istemez, bakraçlarını doldurup çıkan ve genellikle yaşlı olan kadınlara kolumuzla sürtünmek zorundaydık. Onlar da abdestlerini almış, bakraçlarını, dirseklerine kadar çıplak kollarına geçirmiş, çeşmeden çıkarken, koşa koşa gelen çocukların kollarına dokunmasıyla abdestlerinin bozulduğunu sanıp kızıyorlar ve (Humay to bigre!) diye onları kovalamak istiyorlardı (Anlamı: Allah seni alsın!). Karakoç, daha önce Zazaca’nın konuşulduğu Maden’de iki ve Piran’da da okula devam ederken bir yıl kalmasına karşın, hayatında dile getirdiği tek Zazaca “Humay to bigre!” yani “ Allah senin canını alsın!” kelimesi olmuştur. (SÜRECEK)
Şakir Diclehan