Türkiye, bir varlık ve yokluk kavşağında. Ülkenin yönetimi ile ilgili siyasi partilerin politikalarının oldukça sığ düşünceler içinde olduğunu ve sadece iktidar partisinin görüşlerinin üzerinde bir gelecek hazırlandığını biliyoruz. İktidara her vesile ile karşı çıkan ve hiçbir uzlaşmaya yanaşmayan CHP’nin yanında, Devlet ve topluma ait hiçbir programı bulunmayan HDP’nin var olduğu muhalefet ile dinmek bilmeyen zıtlıklar politikası içinde Türkiye “tek boyutlu bir program” ile emperyalist geçmişi olan ülkelerin samimi olmayan politikaları ile baş etmek durumunda.
Amerika ve batılı ülkelerin kendi menfaatleri için hiçbir medeni ve ahlaki değeri önemsemediğini ve ülkelerarası savaşları, ancak kendi çıkarları istikametinde değerlendirdiklerini somut bir gerçek olarak, yaklaşık on yıldan beri yakın coğrafyamızda gerçekleşen bölge savaşları ile yakınen gördük.
Ayrıca, Batı’nın emperyalist politikalarının Sudan, Bosna, İran, Irak, Filistin, Myammar hadiseleri ile Müslüman ülkelerin iç işlerine her türlü hukuki kural ve anlayışı hiçe sayarak müdahale etmesiyle de adeta “yegane gerçek” olarak kabul edildi.
Dünya toplumlarında ve özellikle Müslüman toplumlardaki uyanışın ardından askeri ve fiili savaş dönemine geçen Amerika-Avrupa yeni bir haçlı blokunu oluşturma yolunda acımasız ve insan haklarını hiçe sayan yen planlarıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Öyle sanıyorum ki, insanlık Batı bloku ile yeniden ilkel dönemlerin savaşçı mantığına dönerken, şimdiye kadar batı’nın ürettiği sosyal bilgi ve kavramların da ne kadar içinin boş ve işe yaramaz olduğunu görüyoruz. İnsan hakları, barış, demokrasi, çok kültürlülük, azınlıklar ve benzeri birçok söylemin, aslında batı’nın asıl gayesini gizlemek için kullandığı araçlar olduğunu anlamaya başlıyoruz. Tabii, bu arada birçok insani ve sosyal doktrinin de emperyalist ve pragramatist amaçlar için çöpe atıldığın da hayretle görüyoruz!..
Türkiye’nin yerli harp sanayi, hava alanlar, sağlık, ulaştırma ve ticaret alanlarında büyük yatırımları karşında piyasa paylarını kaybeden ve bazı pazarlardaki etkin konumları sarsılan Batı’nın (Amerika ve Avrupa ülkeleri); birkaç yıldır Müslüman ülkelere yönelip planlarının alt yapısını teşkil eden İslamafobia oyunu da pek işe yaramayınca, kiralık örgütler yoluyla Ortadoğu coğrafyasında siyasi belirsizlik üzerinden iktisadi hakimiyetlerini “kiralık örğütler” ile gerçekleştirme yoluna gittiler. Bu yüzden yaklaşık on yıldan beri Müslüman halkların yaşadığı ama totaliter, ırkçı ve mezhepçi batı yanlısı liderler ile gerçekleştiremedikleri hedeflerini, El Kaide, Eşşabap, Ypg gibi kendi istihbaratlarınca kurulan veya kontrol edilen örgütler ile bölgeyi kan gölü haline getirdiler.
Birleşmiş Milletler, Nato, Avrupa konseyi gibi batı’nın idealleri ve menfaatlerine odaklı kuruluşlar, hiçbir adalet ve uluslararası kuralı bu bölgelerde işletme çabasında bulunmadılar. Sadece, problemi çözüyormuş gibi göründüler. Çünkü bu ortamı hazırlayanlar, kendi aleyhlerine olan bir çabayı başlatamazlardı.
Hele, Daeş’in FBI tarafından kurulması, Pkk’nın Almanya, Avusturya ve Hollanda gibi ülkeler tarafından açıkça ve ısrarla desteklenip, Türkiye’ye PKK’ya tanınan kolaylık ve ilgiyi esirgemeyip; Avrupa’nın ortasında Türkiye vatandaşlarına ve siyasilerine her türlü engeli ve kinin gösterilmesi, yaklaşan yeni haçlı seferlerinin habercisiydi.
Tarihi bilgiler, Osmanlı’nın son döneminde keyfi haritalar ile İngiltere, Fransa ve Rusya gibi ülkelerin Müslüman toplumları nasıl sun’i devletlere ayrıldığını ve bazı Arap kabile liderlerine para dağıtılararak Osmanlı devletinin Müslüman coğrafyadan uzaklaştırıldığını anlatıyor.
Şimdi Türkiye, adeta “düvel’i muazzam”ya karşı bir savaş ile karşı karşıya. Zaten Türkiye, bu savaşı iki-üç yıldır YPG ve DAEŞ ile sınır bölgelerinde bu örgütlere ve onların patronlarına karşı sürdürüyor. Ama, henüz topyekün bir savaş başlamadı. Ayrıca, bu savaşın kültürel, siyasi ve ekonomik boyutu da uzun yıllardır devam ediyor. Buna rağmen batılı ittifak, henüz beklediği başarıyı elde edemedi. Bu uzun kültürel ve iktisadi mücadelede önemli alanlarda Türkiye’yi kendi tarihi misyonundan uzaklaştırmasına rağmen, tam olarak ele geçirememenin rahatsızlığını yaşıyor.
Bu. durumda hükümet, öncelikle toplum grupları arasındaki güvenilirliğini ve saygınlığını en yüksek şekilde kazanması, küskün ve mağdur kesimlerin sıkıntılarına cevap hazırlaması gerekiyor.
Ülkede siyaset kurumunun, bir icra organının ötesinde her şeye karar veren “tek merci” ve yegane itibarlı bir mekanizma haline sokulmuş olması, diğer kurumları fonksiyonsuz hale getirmiştir. Bu konuda bazı siyasi veya bürokrat kesimlerin, yanlış veya faydacı yaklaşımları da rol oynayabilir. Dolayısıyla siyaset; ancak ilmi, ahlaki ve sosyal bir destek ile desteklendiği zaman gerçek rolünü oynayabilir. Özellikle bir toplumu ayakta tutacak faktörlerin başında adalet, ehliyet, fikri ve ilmi gelişme ile insan değerinin bilinmesi gelmektedir.
Bu gibi hayati konuların uygulanamaz veya uygulanmasında problemler olması, ülke insanını birbirine bağlayan ve fedakarlığa sevk eden manevi kaynakların kuruması demektir. Dolayısıyla dış saldırılara karşı en büyük kuvvet içteki samimiyet ve dostluğun güçlendirilmesidir. Zor günlere, gurur ve buyurgan bir eda ile hazırlanmanın acı sonuçları tarihte görülebilir.
Siyaset; sadece kendi gücü ile meşruiyetini sağlamaya kalkarsa; hem kendi saygıdeğerliğini ve hem de toplumsal desteğini kaybedebilir. Toplumun, asırlardan beri siyaset dışı, sosyal mekanizma, sivil müesseseler ve gelenekler ile ayakta durduğunu herkes bilmektedir. Dolayısıyla toplumun bütün kesimlerinde yer alan iyi niyetli insanların onay ve desteğini almak, büyük önem taşımaktadır. Siyaset de, bu genel temayül ve beklentilerin bir uygulama mekanizması haline gelerek; ülkeyi yeniden tarihi güç ve itibarına kavuşturabileceği gibi, gelecek tehlikelere karşı sağlam bir toplumsal yapıyı hazırlayabilir.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi