Muhterem Okuyucularım;
Fizikî ve bedenî engellerin aşılması imkânsız gibi görünen ağır şartlara rağmen insanların mücadele edip kendi şahsiyetlerini koruyabilmeleri ve hatta eserler verebilmeleri, benim için çok anlamlıdır. Kahramanlık hikâyeleri kadar enteresandır. İşte size bugün Fransız Gazeteci Jean Dominique Bauby (1952–1997) isimli bir yazarın hikâyesini anlatmak istiyorum. Kurgulanmış asılsız bir hikâye değil ünlü Fransız “Elle” dergisinin yazı işleri müdürü Bauby’nin başına gelen olay. Sadece kaderin çizebileceği ve hayatın da oynayabileceği gerçek bir öyküdür yaşanan.
Yatağa Bağlayan Hastalığı
Acımasız gerçek gibi görünen fakat derin bir tahlilde ibret dolu anlamlar içeren amansız bir hastalığa yakalanan Bauby’in asıl hikâyesi, 8 Aralık 1995’de başlar. 43 yaşındayken bir beyin kanaması geçirir, komaya girer, haftalar sonra bitkisel hayattan kurtulduğunda bütün vücut fonksiyonlarının işlemediğini anlar.
Bauby, artık ne eşi ve iki çocuğu ile konuşabilir, ne de hareket edebilir. Solunum cihazları olmadan dahî nefes alamaz. Hekimler, kendisinde çok az rastlanan “locked in” (içeri kilitlenme-tutukluluk hali) sendromu teşhisi koyar. Tıpkı bir dalgıç elbisesine hapsedilen kelebek gibi, düşünceleri bedenine kilitlenir. Hareket edemeyen bir bedene esir düşme duygusu, belki de ruh hallerinin değişik bir tezahürüdür. Hasta yatağına bağlı kalan Bauby, başkalarının fizikî desteği olmaksızın hiçbir şey yapamaz. Televizyonda hangi kanal açılırsa onu seyretmek durumunda kalır, çünkü artık o ne konuşabilmekte, ne de beden dili ile iletişim kurabilmektedir. Hayat, artık var olmanın bir başka adıdır. İletişim kala kala sadece sol gözünün kirpiği ile sağlanabilir.
Sol Göz Kapağıyla Kitap Yazması
Aklî dengesi ve şuuru tamamıyla yerinde olduğu için, düşünme kabiliyetini bütünüyle koruyan Bauby, inanılmaz bir teşebbüse girişir. Hayatla temas kurmanın tek yolu olan sol gözüyle aslında ruhu, kelebekler kadar hürdür. Hastalık öncesi normal hayatını sürdürme isteğiyle dolu olan engellilerin duygularını anlatan bir kitap yazmak ister, Bauby. Bunun için asistanı Claude Mendibil, kendisine gönülden yardımcı olur. Kelime ve cümleleri oluşturmak için, asistanı her bir harf için alfabeyi baştan sona doğru sayar. İstediği harfe gelindiğinde Bauby, sol gözünü kırpar ve asistanı orada durur. Böylece sabırla ve azimle yürütülen bu yöntemle 15 ay sonra 130 sayfalık bir kitap meydana gelir. Normal hayatta pek üzerinde düşünülmeyen en küçük bir nimetin bile ne kadar önemli ve değerli olduğunu anlatan “Kelebek ve Dalgıç Elbisesi” isimli kitap, 1997 yılında yayınlanır ve büyük ilgi görür.
Nasıl bir duygudur acaba düşünebilip de konuşamamak, duyup da cevap verememek, görüp de gördüğü yere kadar gidememek. Bu alanın tek uzmanı olan yılların muhabiri Bauby, işte bunları anlatıyor kitabında. Yanı başına dizilmiş çok sevdiği kitapları alıp okuyamaması ve yaramaz bir sineğin sürekli olarak burnuna konması, onun için kayda değer önemli bir olaydır. Kitabında “Bu kâinatta dalgıç elbisemin kilidini açabilecek anahtar var mıdır acaba? Ya özgürlüğümü geri almaya yetecek para? Belki bütün bunları başka bir manevî âlemde aramak gerek. Ben oraya gidiyorum.” diyen Bauby, kitabının yayınlanmasından dört gün sonra hayatını kaybeder.
Kitabı, çok kısa zaman içinde “Bestseller” listelerine yani “en çok satan kitaplar” arasına girer. Kitap satışlarından elde edilen gelirlerin bir kısmı da bu hastalıkla mücadele eden ‘Association of the locked-in syndrome’ isimli bir vakfa verilmektedir.
“Kelebek ve Dalgıç Elbisesi”nden Bir Pasaj
“Hayatımın öte yana kaydığı geçen yılın 8 Aralık gününe değin beyin kökü nedir, bilmezdim. Bu can kökün beynimizle gövdemizin sinir merkezleri arasında iletişimi sağlayan ana bilgisayar olduğunu, bir enfarktüsün onu devreden çıkarması pahasına öğrendim. Eskiden, ‘beyin kopması’ derlermiş ve sadece ölürmüş insanlar. Reanimasyon teknikleri ve tıbbın gelişimi, cezaya ince ayar yaptı. Artık insan hemen ölmüyor, ama Anglosakson tababetin ‘locked-in syndrome’ adını verdiği engelli bir duruma düşüyor.
Tepeden tırnağa kadar felç olan bir gövde, tıkır tıkır çalışan bir beynin içine hapsoluyor ve yegâne iletişimi sol göz kapağını kırparak sağlayabiliyor. Elbette ki bütün bu gelişmelerden en son haberdar olan, ilgilinin ta kendisi oluyor. Şahsen ben, yirmi gün komada kaldıktan ve birkaç hafta süren sisin ardından sonra bilincime vardım ve hasarın boyutunu görebildim. Günün ilk ışıklarıyla aydınlanan Berck Deniz Hastanesi’nin 119 numaralı odasında kendime geldiğimde Ocak sonuna doğruydu. Tüm sabahlar gibi yeni bir sabah daha başlıyor işte. Saat 7’de yandaki kulenin saati çalacak yine. Geceki ateşkesten sonra dolan bronşlarım gürültüyle hırıldamaya başlar. Sarı çarşaf üzerinde hareketsiz ve sıcak mı soğuk mu olduklarını hissedemediğim ellerim kasılmaktan acır. Kasılmayı çözebilmek için, birkaç milimetre gerinmeyi denemem lazım. Çoğu kez sadece acıyan uzvu rahatlatmaya yetiyor.
Dalgıç tulumu gövdem, daha az sıkar hale geliyor, düşüncelerim kelebek gibi uçabilir artık içinde. Öyle çok şey var ki yapılacak. Uzaya uçabilir, zamanda yolculuk yapabilirim. Ateş Topraklarına, Kral Midas’ın sarayına bile gidebilirim. Sevdiğim kadının koynuna kayabilir, henüz uykudayken okşayabilirim güzel yüzünü. İspanya’da bir şato kurar, Atlantis’i keşfeder, çocukluk düşlerimi ve erişkin hayallerimi gerçekleştirebilirim. Teneffüs bitti. Artık bu hareketsiz yolculuk günlüğüne başlamam gerek.
Az sonra editörüm, harf be harf not edeceği ilk sayfaları almaya gelecek. Kafamın içinde her tümceyi defalarca yoğuruyor, bir sözcük siliyor, bir başkasını yazıyor ve sol göz kapağımla dikte edeceğim metni ezberlemeye çalışıyorum. Saat 7.30. İçeri giren hemşire, düşüncelerimi bölüyor. Rodajı iyi yapılmış bir tören gereği perdeleri açıyor, gırtlağıma açılan soluk borusunu, serum damlatıcını denetliyor ve haberleri izlemem için, televizyonu açıyor. Şimdilik Batı’nın en hızlı kurbağasının öyküsü var ekranda. Acaba kurbağaya dönüşmek için bir dilek tutsam mı?”
Düşündürdükleri
Allah, kimseyi böyle zor bir imtihana tâbi tutmasın. Ama yine de merak ediyorum. Böyle bir duruma düşen bir Müslüman acaba ne yapardı? Gönül dünyasında kendisini beş vakit Kâbe’nin huzurunda görür ve manen/zihnen bedenen, hakikatte ise sadece sol göz kapağıyla Allah’a içtenlikle secde eder miydi acaba?
Prof. Dr. Ali SEYYAR
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi