Her davranışın temelinde mutlaka psikolojik, sosyolojik ya da dinî bir etkenin varlığından söz edilir. İnsanın sorumluluğu da bu kurala tabidir. Bu sorumluluğu Yüce Yaratıcı, Ahzab suresinin 72 .ayetinde “emaneti” göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettiğini, ama onların bu emaneti yüklenmekten çekindiğini, fakat insanın çekinmeden bu emaneti yüklendiğini vecîz bir üslupla açıklar. Kur’an yorumcuları, ayette geçen “emanetin” ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürseler de, ileri sürülen bu görüşlerin temelinde “insanın akıl ve hür iradesine dayalı sorumluluk” anlamının yer aldığı görülür. Zira insan, akıl, irade ve vicdan gibi yetilerle donatılmış sorumluluk sahibi sosyokültürel bir varlıktır. Bir başka ifade ile insan bilgi elde etme, elde ettiği bilgiler arasından seçim yapma ve seçtiği bilgilerin gereğini yerine getirme potansiyeli ile dünyaya gelir. Nitekim dinî terminolojimizdeki “mükellef olma” tanımı da insanın bu potansiyelini ve sorumluluğunu tanımlamak için kullanılmaktadır.
İnsanın sorumlu varlık oluşunda bir sorun yoktur, fakat bu sorumluluğun kapsamının ve sınırlarının tayinini konusunda bazı sorunların olduğu da bir gerçektir. Temelinde Allah tasavvuru ile insan anlayışından kaynaklanan bu sorunların başında küllî iradeye sahip olan Allah ile sınırlı bir iradeye sahip olan insan arasındaki farkı tanımlama ve açıklama sorunu gelmektedir. Tanım sorunu, “küllî irade” ve “ cüz’î irade” ayırımı ile çözülmüş olsa da, cüz’î iradenin sahasının ve sınırının ne olduğu, küllî irade ile nerelerde kesiştiği konularında ortak bir görüş oluşturulamamış olması, bir sorun olmaya da devam etmektedir. Cebriye, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet gibi meşhur İslam mezheplerinin farklı görüşlere sahip oluşları bundan dolayıdır.
Bu sorunlara rağmen Kur’an’ın genel muhtevası, bize insanın sorumluluk alanlarının ne olduğu ne yapması gerektiği konularında önemli bilgiler sunmakta ve yol gösterici bir misyona sahip bulunmaktadır. Kur’an’ın genel muhtevasından ve bilgi sistematiğinden bunu rahatlıkla anlayabilmekteyiz. İnsanın potansiyel olarak bu sorumluluğa sahip oluşu sebebiyledir ki Kur’an, onu muhatap almakta ve verdiği mesajlarla da ona sorumluluk alanlarını göstermektedir.
Kur’an’ın verdiği mesajlardan anlıyoruz ki kendisine muhatap olan insanın biri Allah’a, ikincisi insana ve üçüncüsü de kainata karşı olmak üzere üç konumu ve bu üç konuma bağlı üç sorumluluk alanı bulunmaktadır. Kur’an’ın açık beyanına göre insan, Allah karşısında kul; hemcinsleri karşında insan, yeryüzü/ kainat karşısında halife konumundadır. Dolayısıyla insanın bu üç konumuna bağlı üç sorumluluğu mevcuttur. Bunlar da kul olma sorumluluğu/kulluk, insan olma sorumluluğu/ insanlık ve yeryüzünde halife olma sorumluluğu/ halifelik tir.
Kul olma/ Kulluk, insanın kendisini yaratan ve rızıklandıran Allah’a karşı duyduğu derin saygı ve sevginin sonucu olarak O’nun rızâsına uygun bir hayat tarzını benimsemesini ifade eder. Kulluk göstergesi olan ibadetler ise Allah’ın koyduğu kurallara ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına göre sırf Allah rızası için yapılan ve faydası da yapana ait olan amellerdir. Bu da insanın Yaratanına karşı saygısını ve boyun eğişini gösteren belirli davranış biçimlerini ve hayat tarzını simgeler. Bu nedenle insanı Allah katında değerli kılan da ondaki bu “ kul olma” bilincidir. Duamız olmasaydı Allah katında bir değerimizin olmadığını ifade eden ayet[1] ile, üstünlüğün ancak takvada olduğunu ifade eden ayet[2] bunu açıklar.
İnsan olma/insanlık, her bireyin mutlaka olması gereken bir sorumluluk alanıdır. Nitekim insanın kavramsal anlamı bunu açıkça ortaya koymaktadır. Beşer kavramı, anlam olarak daha ziyade bireyin biyolojik ve anatomik varlığını tanımlamada kullanılırken, insan kavramı bireyin sosyal bir varlık oluşunu, toplum içindeki durumunu tanımlamada kullanılmaktadır. Bu nedenle günümüzde insanın, biyo-sosyokültürel bir varlık olarak tanımlandığı da görülmektedir.
Bu tanıma göre her insan beşerdir ama her beşer insan değildir. Bu nedenle her bireyin, “kul olma” sorumluluğunun yanında “insan olma” sorumluluğu da vardır. Bu da insanı değerli kılan niteliklerden biridir. Zira insan olma, insanın beraberinde getirdiği fıtrî ve ahlâkî değerlerin tümüdür. Kur’an’ın genel muhtevasından anlıyoruz ki bireyin, insan-insan ilişkisine yönelik sorumluluğu; ailesi başta olmak üzere komşularına, iş arkadaşlarına ve ilişkide bulunduğu bütün sosyal çevresine karşı tutum ve davranışlarında uygulayacağı fıtrî yetileri ile sonradan kazandığı ahlakî erdemlerin bütünü demek olan insanlık değerlerine sahip olmaktır. Bunun dindeki karşılığı ise insanın ahlak kurallarına riayet ederek yaşaması ve bütün davranışlarında ahlak kurallarına uymasıdır.
Buna bağlı olarak insanın sahip olduğu her kimliğe ait farklı sorumlulukları da vardır. Söz gelimi babanın, babalık; annenin annelik; evladın evlatlık; memurun memurluk; amirin amirlik; yazarın yazarlık ve vatandaşın vatandaşlık sorumluluğu gibi. Kur’an, insanın hangi kimliğine ait olursa olsun, bütün davranışlarının temelinde, -sorumluluk da dahil- genel ahlakî ilkelerin yer almasını ister ve buna özel atıflarda bulunur. Hz. Peygamber’in de son peygamber olarak görevlendiriliş misyonu da budur. Nitekim o bu misyonunu şöyle ifade eder: “ Ben en güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” [3] Bu nedenledir ki, bazı ilim adamları, Hz. Musa’yı hukuk, Hz. İsa’yı sevgi ve Hz. Muhammed’i ise ahlak peygamberi olarak vasıflandırmışlardır.
Halife olma/halifelik, kısmî iradeye sahip olan insanın, iradesiz varlık olan evrene karşı olan sorumluluğudur. Evren, Kur’ânî ifade ile insanın emrine “musahhar” kılınmış bir varlıktır. İnsan kısmi irade sahibi, evren ise iradesiz bir varlıktır. Allah’ a karşı kul olan insan, aynı zamanda insanî değerlere sahip bir varlık olarak evrenin efendisi/halifesi konumundadır. Bu nedenle insanın, evreni tanıma, evrenin işleyişini öğrenme, yeryüzünü imar edilip ondan dengeli ve ölçülü olarak yararlanma sorumluluğu da bulunmaktadır. Kur’an, bir yandan insanın toprağa yani doğal çevreye aidiyetini hatırlatıp, ondan bunu unutmamasını isterken diğer yandan yaşam kalitesini artıracak şekilde çevrenin güzelleştirilmesini de istemektedir. Zira çevresini güzelleştiren insan, iç dünyasını da güzelleştirir.
Çevreleri güzel olmayan insanların, iç dünyaları da zengin olmuyor. Çevresini çölleştiren insanlar farkında olmadan iç dünyalarını da çölleştiriyorlar. Dolayısıyla o insanların ekonomileri, sanatları ve sanat adamları da zengin olmuyor. Çünkü yoksunluk ve yoksulluk, içeriden dışarıya yansıyor. Buna karşılık dışarının da içeriye olumlu ya da olumsuz etkileri bulunuyor. Bu nedenle Kur’an, sorumluluklarını yerine getirirken insanlardan uymaları gereken sorumluluk ilkelerini de zikrediyor ve bunlara uyulmasını istiyor. Bu ilkeler, dindar bir hayatla dindar olmayan bir hayatın tanımlanması ve sorumluluk bilincinin önemini göstermesi açısından dikkat çekici bir nitelik arz ediyor. Çünkü sorumluluk bilinci, insanın kim olduğundan ziyade nasıl olduğunu ortaya koyan önemli bir kriterdir. Bu nedenle Kur’an’ın kimlikten ziyade insanın kişiliğine vurgu yapması, dikkat çekiyor. Kur’an bütünlüğünde bunu açıkça görmekteyiz. Mü’minun suresinin ilk on bir ayeti ile Furkan suresinin 63-77. Ayetleri, bunun en çarpıcı örnekleridir.
Kur’ân’da kişiliğe yapılan bütün atıflar, insanın özgür iradesine bağlı tutum ve davranışlarına, bu davranışlarındaki bireysel sorumluluğuna yönelik oluşuyla doğrudan ilgilidir. Bu nedenle Kur’an, insandan uymaları gereken sorumluluk ilkelerini açıklarken, doğru, helal, temiz, güzel ve dengeye yaptığı vurgu, sorumluluk bilincinin önemini de açıkça ortaya koyar. Zira sorumluluk bilinci, bireyin kim olduğundan ziyade nasıl olduğunu ortaya koyan önemli bir kriterdir. “Nasıl bir Müslüman?” sorusunun cevabını oluşturan ve Müslüman kişiliği yansıtan bilgilerin ve ilkelerin kimlik bilgisinden daha fazla Kur’an’da yer alması, sorumluluğun önemini göstermesi açısından büyük önem arz eder.
Hz. Peygamber’in ise insanın sorumluluğunu, “Vücudunun sende hakkı vardır”[4], “Gözünün sende hakkı vardır”[5], “Nefsinin sende hakkı vardır” [6], “Hanımının sende hakkı vardır”[7], “Çocuğun sende hakkı vardır” ,[8] “Ailenin sende hakkı vardır”[9], “Arkadaşının sende hakkı vardır”[10], “Misafirin sende hakkı vardır”[11] ve “Rabbinin sende hakkı vardır ve her hak sahibine hakkını ver”[12] sözleriyle açıklar.
Bu ilke ve kurallara rağmen Müslümanların belli bir kesimi, maalesef bu sorumluluklardan bihaberdir, ilkeli ve kurallı bir hayat yaşamaktan da uzaktır. Nitekim millî şairimiz M. Akif, Safahat’ın 4. Kitabı Fatih Kürsüsünden sorumluluk bilicinde olmayan bu Müslümanları söyle eleştirmektedir:
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ; bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabî’î, netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?
“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmil edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak..
Huda vekîl-i umurun değil mi? Keyfine bak!
Onun hazîne-i in’âmı kendi veznendir!
Havale et ne kadar masrafın olursa… Verir!
Silâhı kullanan Allah, hududu bekleyen O;
Levazımın bitivermiş değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesabına küffarı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:
“Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazinesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O’na âid: Lalan, bacın, dadın O;
Vekil-i harcın O, kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mes’ûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş… Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassıli O;
Tabîb-i aile, eczacı… Hepsi hâsılı O.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu!
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete… Ha?[13].
Akif’in eleştirdiği bu davranış tarzı, ne yazık ki Müslüman bir toplumda hala yaşama imkanı buluyor, dolayısıyla o tarihten bu güne yaklaşık bir asır geçmesine rağmen sorumsuzluğu terk etme yönünde olumlu bir değişimin ve gelişmenin olmadığı da anlaşılıyor. “Hz. Peygamber, sorumluluğu, “Lâ darara ve lâ dırâra / Zarar verme, zarar da görme”[14] ilkesine bağladığı halde pek çok insan, diğer insanlara zarara verecek tavır ve davranışlardan sakınmıyor, tam tersine bireylere ve topluma zarar veren davranışlarda bulunuyor. Mesela pek çok insan, günümüzün en önemli konusu olan korona virüsünden korunmak için el temizliğine, sosyal mesafeye ve maske takmaya özen göstermiyor, bütün uyarılara rağmen sorumlu davranmıyor, bir de üstelik “Bir şey olmaz” diyerek bildiklerini okumaya devam ediyor.
Bundan yaklaşık on beş yıl kadar önce bir vatandaşımızın araçlara monte edilebilen bir “besmele matik” icat ettiği ve aracın kontağı açıldığında besmele çektiği haberini hiç unutmadım. Bu haberi okuduğumda bana bu uygulama, sorumluluk anlayışımızın ve din algımızdaki zihniyet problemin çarpıcı bir örneği olarak görünmüştü. Zira bizzat kendisinin yapacağı bir dinî görevi, besmele matiğe havale etmek, bir anlamda sorumluluktan kaçmak demekti. Böyle bir uygulama, insan ruhunun ihtiyaçlarına cevap vermek ve ona yol göstermek, barışı ve kalp huzurunu sağlamak amacını taşıyan bir dinin, bazı formalitelerinin yerine getirildiği içi boş kurallar yığınına dönüştürülmesi demekti. Zira Allah insana cevizi vermiş, ama cevizi kırmayı da insana bırakmıştı. Ama gel gör ki kimi insan, cevizi kendisi kırmıyor, başkalarından kırmasını ve kendisine vermesini istiyor. Daha açık bir ifade ile ortada yapılması gereken bir iş veya çözülmesi gereken bir problem varsa, sorumluluk bilincinde olmayan insan, o işi yapma veya problemi çözme yerine bir başkasına havale etme yolunu seçiyor ve o işin yapılmasını başkalarından bekliyor. Sözgelimi işini annesine, babasına, birimlerine, kurumlarına, devlete veya Allah’a havale ediyor. Kendisi hiçbir sorumluluk almıyor, ama başkalarının sorumluluk alarak yaptığı işlerden de yararlanmayı düşünüyor. Çalışmadan zengin, okumadan bilgin, bilgi sahibi olmadan mütefekkir ve ibadet etmeden âbit olmak istiyor.
Zihniyetimiz ve kültür kodlarımız böyle olunca, dilimiz de buna uygun bir mantık dokusuna sahip oluyor. Dil mantığı buna bağlı olarak gelişiyor. Mesela “ doğdum” diyoruz, ama “doğruldum” demiyoruz. Doğumda bizim irademiz var mı ki, biz kendimizi özne yaparak “doğdum” diyoruz. Buna karşılık, “ Yılan beni soktu”, “ Köpek beni ısırdı”, “ Ali beni dövdü” diye şikayet ediyoruz, ama “ Yılana sokulmadım”, “Köpeğe ısırılmadım”, “ Ali’ye dövülmedim” demiyoruz. Burada bizim ısırılmamama, sokulmama, dövülmeme gibi bir sorumluluğumuz olduğu halde, neden hiç sorumluluğumuz yokmuş gibi, ısırıldım, sokuldum veya dövüldüm diyoruz? Öğrenci İmtihanlarında iyi not alınca neden “on aldım” dediği halde, düşük not alınca, “Hoca zayıf vermiş” diyor? Doğum olayında hiç kimse insana “Neden doğdun?” diye sormuyor ve onu doğmakla suçlamıyor. Ama yılan bir insanı soktuğunda, köpek ısırdığında, Ali dövdüğünde suçlanacağını biliyor, dolayısıyla “En iyi savunma taarruzdur” diyerek, yılanı, köpeği ve Ali’yi suçluyor, böylece sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. Dahası bu mantığı, kendisini veya davranışlarını istisna ederek her alanda rahatlıkla kullanabiliyor.
Sorumluluk almıyoruz, almak istemiyoruz veya sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmiyoruz. “Karanlığa küfrediyor, ama bir mum yakmayı” düşünmüyoruz. Sürekli geriye bakıyoruz, bu nedenle de ilerisini göremiyoruz. Dolayısıyla hep başkalarını suçlayarak, sorumluluklarımızdan kurtulacağımızı sanıyoruz. Oysa Hz. Peygamber, “Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz”[15] diyerek, sorumluluklarımızdan kaçamayacağımızı bize hatırlatıyor. Amerikan Cumhurbaşkanlarından Kenedey’in, “Amerikalılar! siz Amerika bana/bize ne verdi diyorsunuz? Ben de size, siz Amerika’ya ne verdiniz? diyorum” sözünü duymak bile istemiyoruz. Şunu unutmamak gerekiyor: İlgi/sevgi olmadan bilgi; bilgi olmadan bilinç; bilinç olmadan eylem; eylem olamadan alışkanlık; alışkanlık olmadan da kişilik oluşmuyor. Dolayısıyla sorumluluk bilincine sahip olmak için, önce onun bilgisine sahip olmak, daha sonra da bu bilgiyi bilinç haline dönüştürmek gerekiyor. Bilginin de bilincin de temeli “sevgi” ye dayanıyor. Sevgi yoksa, bilgi elde edilemiyor, bilgi olmayınca da sorumluluk bilinci oluşmuyor. Zira bilgi kavramlarla ifade ediliyor. Bir başka ifade ile bir şeyin bilgisi onun kavramı oluyor. Bu nedenle insanların bütün iradî eylemleri, kazandıkları kavramlara bağlı bulunuyor. İnsan ne kadar çok kavrama sahipse, o nispette bilgiye, dolayısıyla da onun bilincine sahip oluyor. Ancak kavramların kendisi de, o kavramlara sahip olmak da zor ve karmaşık bir yapı arz ediyor. Bu zoru başarmak için de insanın çaba göstermesi gerekiyor. Zira bir sözü sadece söylemek, onun kavrama sahip olmak anlamına gelmiyor. Balı yemeden, bal sözünü söylemek, nasıl bal kavramına sahip olmak anlamına gelmiyorsa, sorumluluk sözünü söylemek de, sorumluluk kavramına sahip olmak anlamına gelmiyor. Sorumluluk kavramına sahip olmak ancak, onu içselleştirip bilinç haline dönüştürmekle mümkün oluyor. İşte o zaman insan, sorumluluğunun gereğini yerine getiriyor ve eylemlerde bulunuyor.
Prof. Dr. Celal KIRCA
[1] Furkan,25/77
[2] Hucurat,49/13
[3] İmam Malik, Husnü’l Halk, 8;
[4]. Buhari, savm, 55)
[5]. Buhari, savm, 55)
[6]. Buhari, savm, 51
[7].Buhari, savm, 54
[8]. Müslim, savm, 183
[9] Buhari, savm, 51
[10]. Nesai, savm, 76
[11]. Buhari, savm, 54
[12] .Buhari, savm, 54
[13] Akif, Safahat ,s. 267-268.
[14] İbn Mâce, Ahkâm 17;
[15] Buhârî, Cenâiz, 32; Ahkam, 1
Allah razı olsun.