İnsan; akıl, irade ve vicdan gibi yetilerle donatılmış sorumluluk sahibi sosyo-kültürel bir varlıktır. Bu sorumluluğun ayet ve hadislerdeki karşılığı ise “mes’ul” kavramıdır. Ancak Ahzâb suresinin 72. Ayetinde söz konusu bu sorumluluğun “ emanet” kavramıyla ifade edildiği de görülmektedir. Nitekim bu ayette Allah Teâlâ, “emaneti” göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettiğini, ama onların bu emaneti yüklenmekten çekindiğini, fakat insanın çekinmeden bu emaneti yüklendiğini vecîz bir üslupla açıklar. Kur’an yorumcuları, bu ayette geçen “emanet”in ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürseler de, ileri sürülen bu görüşlerin temelinde “insanın akıl ve hür iradesine dayalı yükümlülük”[1] anlamının mevcut olduğu görülüyor. Dolayısıyla insanın sorumluluğu, sadece fıtratı ile sınırlı kalmıyor, aynı zamanda bu ayetle de tescillenmiş oluyor.
İnsanın bu sorumluluğunu ferdî, sosyal ve dinî olmak üzere üç ana kategoride ele almak mümkün. Zira insan, her şeyden önce bir ferttir ve kendine karşı sorumludur. Bu nedenle fıtrî yetilerini, aklını, kalbini, ruhunu ve bedenini, kısaca varlığını korumakla yükümlüdür. ,İnsan, aynı zamanda sosyal bir varlıktır, bu nedenle başta ailesi olmak üzere içinde yaşadığı topluma ve devlete karşı sorumlulukları vardır, dolayısıyla bu sorumluluklarını bilmek ve öğrenmek, gereğini de yapmak zorundadır.
İnsan, kendi kendini var eden bir varlık değildir. Onu var eden bir Hâlık/Yaratıcı vardır. Yaratıcının adı, dinlere ve dillere göre değişse de, yaratıcılık vasfı asla değişmemektedir. Bu nedenle insanın, kendini yaratana/Allah’a karşı sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluk da Kur’an’da “kulluk” olarak ifade edilir. Bu nedenle de kulluk, sadece Allah’a yapılır.
Hz. Peygamber de insanın bu sorumluluklarını, “Vücudunun sende hakkı vardır”[2]; “Gözünün sende hakkı vardır”[3];”Nefsinin sende hakkı vardır” [4]; “Hanımının sende hakkı vardır”[5]; ” Evladının sende hakkı vardır” [6]; “Ailenin sende hakkı vardır”[7]; “Arkadaşının sende hakkı vardır”[8]; “Misafirin sende hakkı vardır”[9] ve “Rabbinin sende hakkı vardır ve her hak sahibine hakkını ver”[10] sözleriyle açıklar ve “Her biriniz birer yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden de sorumlusunuz”[11] diyerek de insanın genel sorumluğuna dikkat çeker. Kısaca akıl ve irade (cüz’î irade) sahibi bir varlık olarak insan, Allah’a, insanlara, canlı ve cansız bütün varlıklara karşı sorumludur ve bu sorumluluğunun gereğini de yerine getirmek mecburiyetindedir. Ne var ki bunu başaranlar, ancak bu bilince sahip olanlardır.
Toplum içinde bir de sorumluluklarının bilincinde olamayan insanlar mevcuttur. Bunlar, kendine, içinde yaşadığı topluma ve Allah’a karşı görevlerini gereği gibi yapmazlar/yapmak istemezler, tembeldirler, nemelazımcıdırlar, havalecidirler ve sürekli mazeret üretirler. Bu tipler, “Armut piş, ağzıma düş” anlayışına sahip oldukları için de sorumluluk almaktan kaçınırlar, bu nedenle de yapacağı işleri, başkalarına havale etmek ve mazeret üretmekle meşguldürler.
Sorumluluktan kaçmanın bir diğer yolu da başkalarını suçlamak ve kendisini mazur göstermeye çalışmaktır. Talebelik yıllarımda Cevat Rıfat Atilhan’ın yazdığı kitapları okuyan ve bunların da etkisinde kalan bazı arkadaşlarım, neredeyse meydana gelen her sosyal olayda bir “yabancı eli” veya “bir Siyonist parmağı” ararlardı. Günümüzde de çoğu insan, benzer şekilde maruz kaldığı olumsuzluklar ve haksızlıklar karşısında bir “ suçlu” aramaya başlıyor. Böylece vicdanlarını rahatlatmak istiyor, ya da rahatlattıklarını sanıyor. Belki de bu nedenle toplumun kültürel dokusunda ve dil yapısında bu anlayışın tezahürleri görülüyor. Mesela, “yılan beni soktu”; “köpek beni ısırdı”; “Ali beni dövdü” diye şikâyet ediliyor, ama “yılana sokulmadım”; “köpeğe ısırılmadım”; “Ali’ye dövülmedim” denilmiyor. Zira ısırılmamama, sokulmama ve dövülmeme gibi bir sorumluluğumuzun olduğu hesaba katılmıyor. İnsan kendini korumakla sorumlu olduğu halde, neden hiç sorumluluğu yokmuş gibi, ısırıldım, sokuldum veya dövüldüm diyor ? Neden kendini hep haklı, başkalarını suçlu görmeye devam ediyor? Bu anlayışın bir yansıması sebebiyle olmuş olacak ki, ülkemize yapılan saldırıları, suçlamaları ve eleştirileri de aynı mantıkla anlıyor ve yorumluyor . Şunu nedense pek düşünmüyor:
Yılanı görevi sokmak, köpeğin görevi ısırmak; düşmanın görevi ise fitne, fesat çıkartmak ve huzuru bozacak saldırılarda ve eylemlerinde bulunmaktır. Bizim görevimiz ise olanları ve bize yapılanları şikayet etmek veya beddua etmek değil, bu ve benzeri eylemlere ve olumsuzluklara engel olmak için çaba göstermek, çalışıp çabalamak, önleyici ve caydırıcı tedbirler almaktır. Kısaca şikayetten ve bedduadan önce fiilî duaya tevessül etmek, ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken temel kural, “ Doğru işi, doğru biçimde yapmaktır.” Daha açık bir ifade ile amacın doğruluğu kadar araçların ve yöntemlerin de doğru olmasıdır. Zira düşmana ve zalimlere karşı oturduğumuz yerden “kahrolsun” demekle düşman kahrolmuyor; onları kahretmek için Allah bizden gücümüz yettiği kadar hazırlık yapmamızı, kuvvet hazırlamamızı, çalışıp çabalamamızı istiyor.
Nitekim “Ey müminler! Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup caydırabilmeniz için elinizden geldiğinizce güç-kuvvet , savaş atları hazırlayın.[12]Allah yolunda her şeyin karşılığı tam olarak verilir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız”[13] ayeti, inananlara bu sorumluluğu yüklüyor.
Şayet düşmanlar, “kahrolsun” demekle kahrolacak olsalardı, hem bu ayet, hem de Hz. Peygamber’in yaptığı savaşların bir anlamı olmazdı. Zira Hz. Peygamber böyle yapmadı, üzerine düşen görev ne ise onu yaptı ve savaş için her türlü tedbiri aldı, savaştı. Nitekim Bedir’de Allah’ın yardımı ve ordunun kurallara uyması sayesinde savaş kazanıldı, Uhud’da ise ordunun bir kesimi, savaş kurallarına uymadığı için de kaybedildi. Tarih boyunca da bu kural böyle işledi. Çünkü “sünnetu’llah” böyle işliyor ve böyle işlemeye de devam ediyor. Şu da biliniyor ki, Allah’ın kanunlarında – mucize gibi özel durumlar hariç- bir değişim olmuyor.
Ne var ki bu kuralı dikkate almayan ve ayetlerin kendilerine yüklediği sorumluluğu gereği gibi yerine getirmeyen Müslümanlar, ne hazindir ki Allah’a dua etmenin veya işlerini ona havale etmenin ötesinde O’nunla pek ilgilenmiyor ve başka alanlarda da ilişki kurmuyor/ kuramıyor. Mesela, evrenin düzenini sağlayan yasalar birer Tanrı buyruğu, ışığın kırılma ve yansıma açılarındaki belirginlik, atomun içindeki dengeler, çevre-dinamik yasaları maddenin bir anda iki yerde bulunması, hepsi birer Tanrı buyruğu olduğu halde, bunlarla ilgilenme, araştırma yapma ve üretimde bulunma yerine, sadece geleneğe sığınarak onunla avunmayı tercih ediyor ve “Atalarımız şunu yaptı, bunu yaptı” diye övünmekle yetiniyorlar.
Netice olarak ortada bir başarı var ise bu başarıda mutlaka sorumluluk bilinci ve doğru bir yöntemin olduğu; şayet bir başarısızlık söz konusu ise orada da mutlaka bir sorumsuzluğun ve yöntemsizliğin bulunduğu görülüyor. Nitekim “Vusûlsüzlüğümüz, usûlsüzlüğümüzdendir” sözü de bu gerçeği ifade ediyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2004 ,4/365.
[2]Buhari, Savm, 55.
[3] Buhari, Savm, 55.
[4] Buhari, Savm, 51.
[5] Buhari, Savm, 54.
[6] Müslim, Savm, 183.
[7] Buhari, Savm, 51.
[8] Nesai, Savm, 76.
[9] Buhari, Savm, 54.
[10] Buhari, Savm, 54.
[11] Buhârî, Cenâiz, 32.
[12] Savaş atlarının zikredilmesi, o dönemin en iyi savaş aracı olması itibariyledir. Dolayısıyla bu ifadeyi , at da dahil çağımızda her türlü harp araç-gereçleri olarak anlamada da bir sakınca yoktur
[13] Enfâl,8/60.