İslam toplumu, kendi iç bünyesinde ortaya çıkan ve itikadi görüşlerine ters bazı rahatsızlıklarla belli bir ölçüde sapmaya uğrarken, yabancı hayat tarzlarının benimsenmesiyle de içten içe bir çözülmeye uğruyordu.
Prof. Nedvi’ye göre, Müslüman cemiyet, diğer toplum ve kültürlerle temasa geçmeye başladıktan sonra, bu tür tehlikeler kendisini hissettirmeye başlamıştı. İlk zamanlar inancın güçlü oluşu ve sosyal yapının sağlamlığı sebebiyle yabancı düşünce veya felsefeler fazla etki yapmıyordu. Fakat zamanla müslümanların iman ve düşünce alanlarında zayıflamaya başlamaları, dış tesirlerin bünyeyi tahrip etme noktasına gelmelerini sağlamıştı:
Yabancı görüşlerin, felsefelerin insan ruh ve aklına değer verici yönü, nefisleri memnun eder vaziyetteydi. Dolayısıyla bu görüşler, İslami şuuru zayıf olan kafa ve gönüllerde bir etki yapıyordu. Böylece, gerek müslüman milletler kanalıyla, gerek taklit ve cehalet yoluyla cahiliyet ve şirk’e kadar varan unsurlar kabul görmeye başlamıştı. Cahiliyet hayatının inanç ve yaşayışı,Müslüman değerleriyle karıştırılmıştır. Toplum daha sonra, Emeviler devrinden itibaren maddeci zihniyetle, son hadde varan azgınlıklarla, zevk ve eğlencelere yönelmekle imtihan geçirmek zorunda kalmıştır.(Nedvi, 1979)
Tarihçi Asım’a göre III.Selim ve reformcuların Fransız taraftarlığı yüzünden bir Frenk taklitçiliği başlamıştı. “Ananevi kişilik giysisinden soyunmuş yenilik heveslileri Frenk hocalardan yabancı dil öğrenip korkusuzca konuşuyorlar, Frenk siyasi fikirlerini yayıyorlardı. İslam ve Osmanlı düzenine ve şeriat’e inanmıyorlar; kitap ve sünnette yargıların ya insan aklı ile konmuş kurallar, ya da “İsrailiyat” hurafeleri olduğunu söylüyorlardı.(Asım Tarihi II, 2010: 9-10)
Bu durum, Said Halim Paşa’nın, şu cümlesindeki çok önemli analizi aklımıza getirmektedir: Yenilikçilerimizin en büyük hatası şudur: Onlar, memleketin siyasi vaziyetini istedikleri gibi değiştirmekle, içtimai durumunu da arzu ettikleri gibi değiştireceklerini zannettiler. Sadece bazı kanun ve nizamların bir milletin içtimai yapısını istenildiği gibi değiştireceği safdilliğine düştüler. (Said Halim Paşa, 61-62: 1991)
Modernleşme, öyle hızlı ve plansız başlamıştır ki; onun sonuçları işte bu yönelişten büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Bunun belirtileri, özellikle Cumhuriyetin ilk nesilleri üzerinde fazlaca görünmektedir. Modernleşme ve batılılaşma, bir “nas gibi” o devrin insanlarının kafalarında yer etmiş ve değerlendirmeleri de bu devrimci nassın ışığında yapılmıştır.
Prof.Dr.M.Turhan’a göre, kültür değişmeleri, taşkın heyecan ve ihtirasların karşılığı bir inkılap çerçevesi içinde meydana geldiği zaman, aynı cemiyete mensup bir şahsın bunları objektif bir tarzda da olsa tetkik etmesi, muhtelif sebeplerden dolayı kolay olmayacaktır.(Turhan, 1969: 189)
Modernleşmenin sadece teknolojide ve bilgi aktarımında kalmadığı zamanla görüldü. Batı, Müslüman toplumları kendi değer ölçülerinden koparmak üzere, İslami konuları incelemeye ve güya İslam toplumlarının gelişmesine yardımcı olmak üzere, oryantalistleri görevlendirmeye başladı. Oryantalistler, çalışmalarını iki medeniyetin birbirlerine yardımı şeklinde gösteriyorlardı. Aslında bütün hedef, Müslümanları İslami değerlerden koparmaktı. Bunların tesiri ile İslam ülkelerinde Batıcılar ve laikler gibi, Batıya dönük iki akım ortaya çıktı. Batıcılar; her şeyi ile Batıyı örnek almak isterken, laikler, din, ahlak ve ibadet dışındaki unsurların Batıdan alınmasını istiyorlardı. Son tahlilde her iki akım da, İslam’dan uzak bir noktada birleşiyorlardı.
Müslüman topluluklarda toplumların değişmesinde önemli roller oynayan bir akım ve bu akımın temsilcilerine işaret etmek gerekir.
S.N.Attas’a göre, İslami manasıyla rönesans, geleneksel çerçevesi içinde bir yenileyici veya müceddid’in fonksiyonuyla özdeşleşen tecdid, yani yenilenme olabilir. İslam tarihi, kelimenin gerçek manasıyla, İslam dünyasının şu ya da bu yöresinde bir müceddid’in eylem biçimi şeklinde pek çok rönesanslara tanık olmuştur. Bu değişim olayında müstesna insanlar önemli roller oynamışlardır.
Nasıl bir yol izlenmesi gerekiyor:
Medeniyetler çerçevesinde olaylara bakmak, aslında büyük bir perspektiften toplumları değerlendirmek gibi farklı bir metodoloji’yi gündeme getirmektedir. Günümüzde bu konu, batı’nın küreselleşme veya globalleşme adı altında yapmak istediği tekmerkezli bir birliktelikten farklı bir şeydi: Bu yaklaşım, özellikle farklı büyük dinlerin istikametinde gelişen ve bu dinin de katkısıyla, benzer kültürler etrafında oluşan bir yaşama perspektifinin genel çizgilerini içine almaktadır.(Davutoğlu,1999:34 )
İnsanımızın öncelikle kendi medeniyetini seçmesi gerekiyor. Ortadoğu bölgesinde hakim faktör olan ve genel çizgileriyle İslammedeniyeti adına alan bu zaman dilimi; inanç, bilgi, ekonomi, siyasi sistem ve idealler noktasında onu karakterize etmekte ve biçimlendirmektedir. Ama, bu medeniyet; medeniyetler arası çatışma olayında tarif edilen türde bir medeniyet olmaktan çok; başka inanç ve kültürlerin insanına da, en az kendi insanı kadar değer verebilen bir “birlikte yaşayabilme” örneği ortaya koymuştur. Türkiye insanı, uzun ve ciddi hayat devrelerini; bu medeniyet temeli ile yoğrularak şekillendirmiştir.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi