Türkiye’de yıllardır kabul edilmekte zorlanılan bir konu var. O da Sosyal ilimlerin etkinliğinin bir türlü sağlanamaması. Bu konunun iki boyutu var: Birincisi, mevcut sosyal bilimlerin toplumumuzda işe yaramayan bir nitelikte olması; ikincisi ise, sosyal ilimin boyutlarının tam olarak bilinemeyip, anlaşılamaması.
Bu durum, büyük ölçüde devam ediyor. Bunun böyle olduğunu Yüksek Öğretim Kurumu başkanının, Üniversiteye giriş sınavında Türkçe ve Matematik gibi iki temel konu etrafında öğrencilerin bilgisinin ölçüleceğini söylemesi ve sosyal ilimleri bir torbaya doldurup, üçüncü sırada bir değerlendirme birimi halinde bırakmasından anlıyoruz.
Ülkemizde hayata şekil vermeye çalışan batı kaynaklı sosyal ilimlerin, yıllarca serseri bir mayın gibi hayatımızda yer almasına ve onun metotlarıyla sosyal yapının bir başka aleme doğru yönelmesi, toplumun kimyasını bozmuş ve ciddi bir insan erozyonuna yol açılmıştır.
Toplumda belli başlı düşünce ve yaşama felsefesi olarak İslami, Milliyetçi. Liberal ve Marksist ideolojilerin taraftarı olduğunu biliyoruz. Birincinin dışındaki tüm yaklaşımlar, Batı’nın ürettiği ve onun düşünce ve kültür dünyasının mahsulü olan ideolojik görüşlerdir. Her ne kadar, liberal ve milliyetçi ideolojilerin bir ölçüde kültürel coğrafyamızdan etkilenerek, bir miktar “yerlileşmesi”ne şahit olsak da, temel anlayış itibariyle yabancı görüş ve hayat anlayışlarını temsil etmektedir. Yaşanılan uzun dönemler, bize ait olmayan sosyal ilimler ile toplumsal yapımızın, yabancı ve başka ideallere göre şekillendirilmesine şahid olmuştur.
Sosyal ilmin, bir fikir ve yaşama kaynağı olduğunu dile getiren batı düşüncesi, insanlığın manevi ve ahlaki dünyasını ekonomik ve teknik sistemlere ve onların hakim olduğu bir dünyaya bağlı bir şekilde gerçekleştirmeye çalışması, yeni bir hayat anlayışının gerçekleşmesine yol açmıştı. Batı’daki sosyal ilimler, böyle bir sistemin tasarımı ve yönlendirilmesinde önemli bir fonksiyon icra etmişti.
Görüldüğü gibi fikir, ideoloji ve hayata hakim olma konusunda felsefe, ideoloji ve doktrinlerin hayata adaptasyonunu sosyal ilimler sağlamış ve insanlığı, materyalist, sömürgeci ve yalanlarla dolu bir dünyaya adapte etme görevini üstlenmişti.
Peki, ya diğer sosyal ilimler? Yani, Batı dışı bir dünyada asırlar boyu, insanlık, adalet ve merhamet ile kendini ortaya koyan din ve medeniyetlere ait dünya nasıl imar ve inşa edilecektir? Elbette, bir zamanlar içtimai ilim diye belirtilen sosyal ilimler ile.
Ama nedense, bir kısım ilim adamları da dahil olmak üzere, siyasetçi, işadamı ve bürokratların hala bir türlü anlayamadığı şey; ideallerin, inancın, kültürün ve ahlakın toplumla kaynaşması ve böyle bir dünyaya hazırlanmasında sosyal ilimlerin önemli bir rol üstlenmesi gerektiğidir. Sosyal ilimler içinde de sosyoloji’nin bu konudaki varlığı ve etkinliği, ön planda yer alacak ölçüdedir. Çünkü “toplumu anlamak ve aydınlatmak” fonksiyonu, sosyoloji tarafından üstlenmiş ve bilgi kaynağı olarak kendi medeniyet anlayışı, kültürü ve metodları ile, insanlığı istediği hedeflere yöneltebilecek bir seviyeye gelmiştir.
Bütün bu bilgiler çerçevesinde, hala sosyoloji ve sosyal bilimin bilgi ve metotları ile sosyal hayatın düzenlenmesini “sıradan bir iş” gibi gören siyasetçi ve bürokratlara; temenni, hayal ve sloganlar ile yeni sistemlerin kurulamayacağını hatırlatmak istiyorum. Özellikle siyaset ve idari kurumlar; hukuk, eğitim ve aile gibi alanları sosyal ilimle yeniden sistematize etmeye çalışmazsa, bir zamanlar batının sanayisini geç yakalamak gibi bir başka “değişim etkisi” ile yüzyüze gelebiliriz. Bilelim ki, artık ahlak ve samimiyeti ile birinci değişimin üstesinden gelen fedakar bir halk’ı, gelecek bir zaman içinde bulabilmek oldukça zor olacaktır.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi