Günlük dilde, suç dendiğinde daha çok fiili baskı, saldırı veya iftira gibi konular dile getiriliyor. Halbuki asıl suç, bir toplumu ilgilendiren ve onun geleceğine ipotek koyan ve onun gelişimini engelleyen görüş, düzenleme ve uygulamaların akla gelmesi gerekiyor.
Türkiye’deki hukuk sistemi, batı’dan aynen alındığı ve zaman içinde düzeltmeler yapılmaya çalışıldığı için, sosyal suç kavramını, hukukçular bile gündeme getirmiyor veya belki de bilmiyor, bilmek istemiyor şeklinde düşünebiliriz.
Sosyal suçun sebebi, insanın iç dünyasındadır:
Sosyal suç, insan ve toplumun kendi inanç, ahlak ve geleneğine aykırı hareket etmekle gerçekleşiyor. Halbuki, “hak” kavramı; kişinin istediği yol ve metodu seçme konusunu yerine getirme ve güvenceye alma sorumluluğunu içine almaktadır. Yani, herhangi bir baskı, yanıltma veya iradesi dışında onu yönlendirme gibi tutum ve davranışları kabul etmemeyi gerektiren bir şart olarak kabul etmektedir.
Hak kavramından yola çıkılıp, hukuk kavramının benimsenmesinden sonra; hukuk anlayışı ve sistemi kurumlaşmaktadır. Çünkü insanın temel hakları ile toplumsal sistemin dayandığı kuralların birbirinden kopuk ve birbirine ters olmaması gerekiyor. Bir diğer ifade ile hukuk; hakların toplamı ve sosyal hayatın işleyişini sağlayıcı uygulamalar olarak rol oynaması gerekiyor. Burada da en önemli konu, siyasi veya iktisadi otoritenin hukuk sistemini yönlendirmesi değil, ona uyması konusunun vazgeçilmez şart olduğudur.
Aslında hukuk sistemi, normlar sistemidir. Bir norm, zorlayıcı ve belli davranışlara kişi ve toplumu yönlendirici kuraldır. Dolayısıyla, öncelikle inanç ve ahlak alanında kendine bir temel bulmak zorundadır. Çünkü, inanılmayan ve değer verilmeyen hiçbir kuralı, zorla veya kandırarak kişilere benimsetmek mümkün değildir. Bu yüzden, hukukun temeli; inanç türünden kuralları benimsemek ve onlara uymaktır.
Sosyal suç, kimler tarafından işlendi:
Sosyal suç, öncelikle topluma yön veren liderler, siyasetçiler ve iktisadi güç sahipleri ve bazı ilim ve fikir sahiplerinin ortak çabası ile gerçekleşti.
Sosyal hayatın kendine has kanunları vardır. Bu kanunlar, toplumun kültür ve ahlakındaki değerler ile uyumlu kanunlardır. İçten, gönülden ve kişilerin serbest tercihleriyle benimsedikleri bir kurallar sistemidir. Bu kurallar, başkaları istediği veya mecbur tuttuğu için değil, herkesin iyilik ve faydasını sağladığı için benimsenir. Bu tür kurallar, sadece ilahi nitelikteki kurallardır. Çünkü bu kuralların; belli güç merkezleri ve siyasi grupların menfaatlerinin dışında gerçekleşmesi gerekir.
Tarih boyunca toplumların sıkıntı, huzursuzluk ve çatışmalar; büyük ölçüde kendini başkalarının üzerinde gören, onların haklarını ihlal eden ve şahsi istek ve menfaatleri doğrultusunda hareket eden kişilerden veya otoritelerden kaynaklanmıştır. Yani gerçek hak ve hukuk kurallarına, alternatif kurallar koyulmaya çalışılmış ve toplumun istek, değer ve beklentileri dikkate alınmamıştır.
Özellikle günümüzde, modern batılı devletlerin başka ülkeleri siyasi ve kültürel olarak kandırıp, onların toprak, yeraltı ve yerüstü kaynakları ve hatta yönetimlerini bile kontrolleri altına almasına, sömürgecilik hareketi diyoruz. Peki, bir ülkenin siyasetçi, asker veya entellektüelleri, kendi siyasi, ahlaki veya sosyal tercihleri sebebiyle, bütün bir toplumu, alışık olmadıkları, sosyal yapılarına ters sistem ve kuralları, üstelik baskı ve güç kullanarak benimsetmeleri, sömürgeciliğin bir başka türü olmuyor mu?
Bir başka konu ise, bir toplumun geçmiş başarı ve üstünlüklerini gizleyerek, yeni sistemi, önemli gelişmeler sağlamaksızın benimsetmeye çalışmaları, tarihin kaydettiği en büyük suçlardan değil midir? Çünkü, olayları tersine çevirici bir eylem olarak, genç nesillerin kendi tarih ve medeniyetlerine sırtlarını dönmeleri, başka kültür ve sanat ürünlerini, bir toplumu değiştirmek ve hem de tarihinden soyutlayarak bunu yapmak, bir insanı açıktan yok etmekten de bete bir uygulama. Keşke, hayal ve yalanların dünyasından; gerçeğe doğru yol alabilme şuuruna sahip olabilsek..
Prof. Dr. Sami Şener