Kavramsal olarak “izlenen yol, yöntem, örnek alınan uygulama, örf ve gelenek” anlamlarına gelen “sünnet”, Hz. Peygamber için kullanıldığında, onun uygulamalarını ve gittiği yolu tanımlar. Dolayısıyla sünnetin ne olduğunu anlamak için Hz Peygamber’in konumunun iyi analiz edilmesi gerekiyor, zira çoğu kere konuya kategorik yaklaşılıyor ve bunun da kafa karışıklığına sebep olduğu görülüyor. Yapılacak böyle bir analizin de “kelim-i şehadet” üzerinden yapılmasında, hem gereklilik hem de yarar bulunuyor. Bilindiği gibi “kelime-i şehadet” te iki temel öge yer alıyor. Bunlardan birincisi, “Allah’tan başka ilah olmadığına inanmak”; ikincisi de “Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğunu onaylamak.” Diğer bir ifade ile “kelime-i şehadet”, hem Allah Teâlâ’nın insan karşısındaki konumunu/ilahlığını, hem de Hz. Peygamber’in Allah karşısındaki konumunu/kul ve resul oluşunu ifade ediyor. “İman” da bu konumları kabul ve tasdik etmenin adı oluyor.
Hz. Muhammed, her insan gibi beşerî vasıfları olan bir peygamberdir. Onun yemesi, içmesi, oturması, kalkması, konuşması da her insan gibi tabiî ve fıtrîdir. O bir peygamberdir, ama aynı zamanda bir babadır, kocadır, amcadır, hâkimdir, devlet başkanıdır, komutandır, kısaca yerine göre yasama; yerine göre yürütme; yerine göre yargı erkini elinde bulunduran bir peygamberdir. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber, yukarda saydığımız bütün bu sıfatların ve erklerin kendisinde birleştiği tek kişidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in peygamber olarak tebliğ ettiği ayetler ile tebyin ettiği ayetlerin dışında da kendi iradesi ile söylediği sözler, yaptığı işler, kısaca içtihatları da söz konusudur. Abdülcelil İsa, bu içtihatları kesin olan, zan, temenni, niyet ve istek ifade eden; iznin verme, yasaklama, uygun görme ve dua etme şeklinde tasnif eder.[1] Bu içtihatlarında onun bazı hataları olmuşsa da bu hatalar Allah tarafından tashih edilmiştir. Şayet Hz. Peygamber, söylediği her sözü ve yaptığı her işi, vahiy ile söylemiş ve yapmış olsaydı, onun hata yapması söz konusu olmazdı. Zira bu durum, önce Hz. Peygamber’in hata yaptığı, daha sonra Allah tarafından bu hatanın düzeltildiği şeklindedir.
Hz. Peygamber’in diğer insanlardan tek farkı, kendisine vahiy gelmiş olması, yani Allah tarafından “resul” ve “nebi” olarak görevlendirilmiş olmasıdır. Nitekim “Ey Peygamber! De ki: “Ben de sizin gibi bir beşerim. Ne var ki bana Tanrınızın tek Tanrı olduğu vahyedilmiştir”[2] ayeti, bunu açıklamaktadır. Dolayısıyla Hz. Muhammed, beşer olan bir resuldür. Bunun da anlamı, onun hem bir beşer, hem de bir resul olarak söylediği sözler ve yaptığı işler var, demektir. Nitekim o da “resul Muhammed” olarak kendine vahy edileni önce tebliğ, sonra da o tebliğ ettiklerinden gerekli gördüklerini tebyin etmiştir. “ Sana da Zikr’i/Kur’an’ı indirdik ki insanlara kendilerine indirileni açıklayasın. Ola ki düşünüp öğüt alırlar” [3] ayeti, Hz. Peygamber’in tebyin görevini açıklamaktadır. Onun bu tebyini de genellikle lafızların içeriklerini doldurma, anlam genişletmesi veya daraltması şeklinde olmuştur. Özellikle taabbudî konulardaki lafızların içerikleri Hz. Peygamber tarafından doldurulmuş; namaz, oruç, hac ve zekât gibi kavramlar, onun tarafından açıklanmış ve hayata geçirilmiştir. Bu nedenle onun iman, ibâdet ve ahlak konularındaki tebyinleri, peygamberlik misyonunun bir gereğidir. Dolayısıyla hakimin verdiği bir karar, nasıl ilgiliyi bağlıyorsa; Hz. Peygamber’in “resul Muhammed” olarak tebyinleri de inananları bağlamaktadır. Ancak bu tebyinlerin Hz. Peygamber’e aidiyeti konusunda bazı sorunların olduğu da unutulmamalıdır. Zira Hz. Peygamber’e ait olmayan pek çok söz, ona aitmiş gibi nakledilmiştir. Hadis ilminde buna “mevzu hadis” deniliyor. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e ait olanlarla, ona ait olmayanları ayırt etmek için ciddî çalışmaların yapıldığı ve olumlu sonuçların elde edildiği de biliniyor. Ancak elde edilen bu sonuçların, bilgi objeleri olsalar da Kur’an gibi bir iman objesi olmadığı da anlaşılıyor. Zira Kur’an, imanın objesini “tenzil” olarak gösteriyor. “Peygamber de müminler de tenzile iman etti” [4]ayeti bunu ifade ediyor.
Hz. Peygamber’in haricindeki insanların Kur’an yorumları ise Hz. Peygamber’in tebyini gibi bağlayıcı değildir ve sadece o yorumları benimseyenleri bağlamaktadır. Ancak Hz. Peygamber’in “kul Muhammed” olarak söylediklerinin, “resul Muhammed” olarak yaptığı tebyinler gibi bağlayıcı olup olmadığı konusunda bir kafa karışıklığı da söz konusudur. Daha açık bir ifade ile Hz. Peygamber’in, hangi yorumlarının ve davranışlarının bağlayıcı, hangi sözlerinin ve davranışlarının da bağlayıcı olmadığı konusunda bazı tereddütler mevcuttur. Bağlayıcı olan konular ile bağlayıcı olmayan konular tespit edilip ayrıştırıldığında bu kafa karışıklığı da bir oranda giderilmiş olacaktır.
Böyle bir ayrımı, ayrıntılı bir biçimde yapmak zor olsa da, genel bir ayırımın, o kadar da zor olmadığı görülmektedir. Zira Kur’an’da yer alan “Onlarla istişare et”[5] ayeti ile, Hz. Peygamber’den yapılan bazı rivayetlerdeki muhteva, bize bu konuda yol göstermektedir. Bu ayet, açıkça Hz. Peygamber’e ashabıyla istişare etmesini emretmektedir. Ne var ki Hz. Peygamber’in, “resul Muhammed” olarak insanlarla istişare etmesi, bizzat “resul” kimliğine ters bir durumdur. Zira resul olma, istişareyi değil; ilahî mesajları insanlara doğrudan tebliğ ve tebyin etmeyi gerekli kılmaktadır. Bu bir Kur’an emridir ve Hz. Peygamber de bunun gereğini yapmıştır. Bu tutum ve davranışıyla o, ashabına, dolayısıyla bütün Müslümanlara örnek olmuştur. Ama “kul Muhammed” olarak söyledikleri ve yaptıkları böyle değildir. Zira “kul Muhammed” olmada istişare etme, düşünme, araştırma ve mevcut hayat şartlarına göre yaşama tarzı vardır. Nitekim, Bedir Savaşı öncesi ordunun karargahı konusunda askeri danışmanının tavsiyesine uyarak kendi görüşünden vaz geçmesi; Uhud Savaşının yeri konusunda ashabıyla istişare etmesi, Selman-i Farisi’nin görüşüne uyararak Medine’nin etrafına hendek kazdırması; hurma aşılama konusunda “Dünya işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz”[6] demiş olması vs. gibi örnekler, Hz. Peygamberin “kul Muhammed” olarak istişare ettiği alanları göstermesi açısından büyük önem arz etmektedir.
Hurma aşılama konusunda Hz. Peygamber’in, “Bu onlara bir fayda veriyorsa bunu yapsınlar. Ben sadece bir zannımı (kanaatimi) ifade ettim, beni zannımdan dolayı kınamayın. Ancak size Allah adına konuştuğumda onu alınız, zira ben O’na asla yalan isnat etmem”[7] sözü ile yargı konusundaki, “Ben ancak bir beşerim. Bana iki davalı geldiğinde onlardan biri diğerinden daha iyi davasını savunabilir ve Ben de buna bakarak onun haklı olduğunu zanneder ve buna göre hüküm verebilirim. Şu halde kime kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, sakın onu almasın. Zira ona verdiğim ateş parçasından başka bir şey değildir.” [8] sözü de bu ayırımı ifade etmektedir. Nitekim buna benzer bir ayırımın da Bedir Savaşı öncesinde Hubâb b. Münzir tarafından yapıldığını görmekteyiz.
Hz. Peygamber, Bedir’de ordunun yerleştirileceği yeri tayin eder ve düşmana en uzak olan kuyunun çevresine yerleştirmeyi düşünür ve bu düşüncesini de Hubâb’a söyler. Hubâb da Hz. Peygamber’e bu kararın ilâhî bir işarete dayanıp dayanmadığını sorar; o da bu kararın vahiyle bir ilişkisinin olmadığını, kendi kararı olduğunu söyler. Bunun üzerine Hubâb, düşmanı susuz bırakmak için orduyu onlara en yakın su kuyusunun yanına yerleştirmesini ve diğer kuyuların da kapatılmasını tavsiye eder. Hz. Peygamber de onun bu tavsiyesine uyar.[9]
Sahabe, Hudeybiye antlaşmasının yapılış şekline ve ağır şartlarına çok üzülmüş ve içerlemiştir. Hatta bazı sahabîler, Hz. Peygamber’e tavır bile almışlardır. Bu atmosfer içinde Hz. Peygamber, ‘‘Kalkınız, kurbanlarınızı kesiniz sonra da tıraş olunuz’’ der ve bu emri tekrar eder, fakat hiç kimse, bu emrin gereğini yerine getirmek istemez. Bunun üzerine Hz. Peygamber, hanımı Ümmü Seleme’ye gelerek durumu ona anlatır, o da ‘‘Ey Allah’ın Nebisi! Bunun olmasını istiyorsan, hiç kimseyle konuşmadan kurbanını kes, tıraşını ol’’ önerisinde bulunur. Hz. Peygamber, hiç kimseyle konuşmadan kurbanını keser ve tıraş olur. Bunu gören sahabe de onu takip eder. [10]
Hz. Peygamber’in, Müslüman olup olmadığı kesin olarak bilinmeyen Hâris b. Kelede’nin hekimliğine güvendiği, hastalanan sahâbîlere tavsiye ettiği, Vedâ Haccı sırasında kalbinden rahatsızlanan Sa‘d b. Ebi Vakkās’ı ziyarete gittiğinde bizzat kendisinin Hâris b. Kelede’yi çağırtarak onu tedavi ettirdiği de bilinmektedir.[11] Ayrıca Hz. Peygamber’in o dönemdeki mevcut imkanlara ve şartlara göre yaşadığı hayat tarzı da buna dahildir.
Netice olarak Allah Teâlâ tarafından Hz. Peygamber’e verilen Kur’an’ı tebliğ ve tebyin etme görevi ile istişare etme emri, birlikte ele alındığında, onun iman, ibadet ve ahlak konularındaki ayetlerden bir kısmını tebyin ettiği, bunun dışında kalan konularda ise ictihad ettiği veya “istişare et” emrine uyarak ashabından görüş aldığı görülmektedir. Bu da bize tebyin görevi gereği söylediklerinin ve yaptıklarının; içtihatlarında ise uyguladığı yöntemin/istişare etmenin bağlayıcı olduğunu göstermektedir.
Prof. Dr. Celal Kırca
YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Abdülcelil İsa, Peygamberimizin İçtihatları, Çev. Hilmi Merttürkmen ve Abdülvehhab Öztürk, Ankara,1976.
[2] Fussilet,41/6;İsra,17/93-94.
[3] Nahl,16/44
[4] Bakara,2/285.
[5] Ali İmran,3/159.
[6] Müslim, Fedail,141.
[7] Müslim, Fedail,139.
[8] Buharî, Mezalim, 16.
[9] M.Yaşar Kandemir, Hubâb b. Münzir. TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1998, 18/264.
[10] Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut, 1997, II, 124.
[11] Abdullah Köşe, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1997, 16/198-199.