Aklî (zihnî) faaliyetler, şuurlu/bilinçli bir şekilde cereyan edebileceği gibi, şuuraltında da meydana gelebilir. Şuuraltı zihnî faaliyetlerde akıl, imal-i fikre gerek görmeden, bazı meseleleri doğrudan doğruya idrak edebilir. Normal şartlarda zîşuur (şuurlu) akıl, hakikate ve neticeye aklî süreçlerdeki zorlu merhalelerden geçerek ancak ulaşabilir. Hâlbuki şuuraltı akıl (zihin), zîşuur aklın birikimi veya Allah’ın bir lütfu olarak değişik manevî kaynaklardan daha önceden edindiği bilgilerle (ilm-i evvel; akl-ı evvel; ruh-i külli) bir hakikati rasyonel akıldan evvel kavrayabilir. Batılı bilim insanları buna “intution” yani sezgi veya içgüdü demektedir.
Bilgiler, zîşuur aklın bir birikimi olarak zamanla unutulmuş ve fakat bunların şuuraltı aklın depolarına kayıt edildiğini düşünecek olursak, şuuraltı aklın mükemmel bir hafızaya sahip olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, gördüğü ve işittiği şeylerin birçoğunu hafızasında geçirdiği halde, genelde bunların ekseriyetini unutur. Dolayısıyla zîşuur aklın hafıza ve hatırlama kapasitesi, zannedildiği kadar güçlü değildir.
Normal bir insan, her okuduğunu, her öğrendiğini, tecrübe ettiği her şeyi, belirli bir zaman diliminden sonra zihnen unutur. Ancak bazen öyle vakalar olur ki, unutulduğu düşünülen birçok şey, özellikle belirli şartlar gerçekleştiğinde, yeniden hatırlanabilir. Demek ki, bütün bilinenler (ve belki de olağanüstü durumlarda bilinmeyenler dâhil) şuur planının altında depolanmaktadır. Şuuraltı akıl, hafızasında her şeyi (hissettiği geçici şeyleri dâhil) sakladığı için, gerçekte hiçbir şeyi unutmaz.
Meselâ, bir kimse, zîşuur aklından çıkardığı (veya daha önce hiç bilmediği) birçok şeyi, ölümden evvel müthiş bir zihin parlaklığı ile hatırlayabilir veya bilebilir. Aynı durum, cinnet nöbeti hâlinde veya suda boğulma tehlikesi anında yaşanabilir. Çoktan unutulduğu zannedilen şeyler, bütün detaylarına varıncaya kadar zîşuur akılda birden canlanıverir. Nasıl ki bedene bağlı bazı organların işlevliği, insanın iradesiyle meydana geliyorsa (elimizle yemek yemek gibi) ve bazıları da gayri ihtiyari olarak insanın iradesi dışında cereyan ediyorsa (kalbin atışı veya kan dolaşımı gibi) tıpkı bunun gibi akıl da, iradî ve gayri iradî olarak işler.
Kişi, genelde bilinçli olarak aklını kullanır ancak bazen de şuuraltı akıl, ilham şeklinde zîşuur akla eski veya yepyeni bilgilerle yardıma koşabilir. Şuuraltı akılda bazen kişinin daha önce öğrenmediği, bilmediği ve tecrübe etmediği öyle gizli hazineler vardır ki, kişi bile bazen bunları nasıl elde ettiğini doğru dürüst açıklayamaz. Şuuraltı aklî (manevî) kaynaklar sayesinde kişi, bir Allah vergisi olarak bazen çok uzak yerde bulunan bir yakının öldüğünü hissedebilir, hiç bilmediği bir yabancı dili konuşabilir, uzaktaki bir yakınıyla telepati kurabilir veya başkalarının zihninde olan şeyleri okuyabilir.
İslâm’da Şuuraltı Akıl
İslâm âlimlerinden Said Nursi, Sözler eserinde şuuraltı akıl kavramı yerine gaybî ve uhrevî bağlantıları da olan insanın kuvve-i hafızası (ezber kuvveti) anlamına gelen zahr-ı kalp kavramını şu açıklamalarla kullanır: “Hadisçe ‘zahr-ı kalp’ denilen insanın hafızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar (özet) fihristesi ve bir küçük numune haritası ve şecere-i kâinatın bir manevî çekirdeği ve ekser esma-i ilahiyenin incecik bir ayinesidir.”
Allah’ın isimlerinden olan ve Esirgeyen, Koruyan, Muhafaza eden anlamlarına gelen Hafiz isminin en ilginç tecellilerinden biri de insanın hafıza kuvvesinde görülür. Hayat boyu görülen, işitilen, yaşanan ve öğrenilen her şey, insanın başında hardal küçüklüğünde bir yere yerleştirilmiş “kuvve-i hafıza” denilen kütüphaneye kaydedilir. İnsanın işlediği her amel, mucizevî bir sanatla hafızasına kaydedilir. Allah, bunu yapmakla birlikte, haşirde (ahirette) büyük amel defteri ortaya çıkararak, insanları hesaba çekecektir. İnsandan dünyada işlediği her şeyin hesabı sorulduğunda, itiraz edememesi ve her işinin inceden inceye yazıldığının ispatı için, kuvve-i hafıza, kendi aklının cebinde âdeta küçük bir belge olacaktır.
İlm-i ilahinin bir tecellisi olarak her şeyin hayatının yazıldığı, hadiselerin kaydedildiği ve burada muhafaza edildiği Levh-i Mahfuz, ayrıca Hafiz isminin en büyük tecellilerin birindendir. Levh-i Mahfuz ve kuvve-i hafıza arasındaki münasebeti kendine has lisanıyla izah eden Said Nursi’nin görüşleri ise şu çizgidedir: “Beni beşerin kuvve-i hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları, elbette bir hafıza-i kübra’yı (en büyük hafızayı), bir defter-i ekberi (en büyük defteri), bir Levh-i Mahfuz-u Azam’ı ihsas eder (hissettirir), iş’ar eder (yazı ile haber verir) ve ispat eder, belki keskin akıllara gösterir.”
Görüldüğü üzere şuuraltı akıl, birçok gizemli özellikleriyle birlikte vardır. Nasip olursa gelecek yazımızda “keskin akıl” olarak da tanımlayabileceğimiz şuuraltı aklı, daha çok seküler bir terim olan içgüdü (sevk-i tabiî), İslâmî terminoloji ile ifade edecek olursak sevk-i ilahî (ilm-i ilhamî) açısından ele almaya devam edeceğiz. Yeniden buluşmak ve hasbihal etmek dileğiyle…
Prof. Dr. Ali SEYYAR
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi