“Arınma” kavramı esasen bütün dinlerde merkezi bir öge olarak yer alır; çünkü insanın kemal düzeyine ulaşabilmesi, kendisini kendisi olarak kılabilmesi arınma ile mümkündür. Bu bağlamda “arınma” öncelikle içsel bir süreç olup, ahlaki bir nitelik taşımaktadır. İslam literatüründe “takva” kavramı ile ifade edilebilir.
Dinin ve bu arada İslam’ın da temel hedefi insanın arınmasının imkanlarını ona sunmasıdır. Zira İslam’ın kendi mentalitesinde insanın tabiatı (fıtrat) ile uyumlu kılınması hayat boyu özenle dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Kur’an-ı Kerim daha girişte Bakara suresinde “içinde hiçbir kuşku olmayan bu kitap, arınmak isteyenler için yol göstericidir (kılavuzdur). (2/Bakara, 2) buyurmaktadır.
Takva bugün insanların nezdinde ileri derecede dindarlık, ibadet, sıkı bir şekilde ve ileri boyutta dini takip etme şeklinde anlaşılmaktadır. Bu anlaşılma biçimi kimi kıyafetleri, ibadet biçimlerini, davranışları “takva” ile özdeşleştirerek, takvayı daha yüzeysel ve şekilsel bir kavrama indirgemektedir. Öyle ki, nicelik ve şekilselliğe indirgenen takvanın bunun neticesi olarak “ahlakilik”le olan mesafesi bir sorunsala dönüşmektedir. İşte bu sebeple kılınan nafile namazlar “takva”nın garantisi haline gelirken, iş ve meslek hayatı takvanın dışında tutulabilmektedir.
Bütün dinlerde takvaya yönelik stratejiler ile kurumsallaşmış ve kurumsallaşmamış tutum ve davranışlar geliştirilmiştir. Meselâ; Hıristiyanlıkta özelde din adamları için geliştirilen kurumsallaşmış bir strateji ve sistem vardır; ruhbanlık. Bilindiği üzere Hıristiyanlığın ilk doğuşunda Hz. İsa (AS) ve mü’minler ciddi bir takibata uğramışlardır ve bu 300 yıldan fazla sürmüştü. Bunun sonucu olarak Hıristiyanlık şehir dışında ve dünyaya belirli bir mesafe ile kurumsallaşmıştı ki, manastırlar bu kurumsallaşmanın somut biçimiydi.
Hıristiyanlık kendi içinde insanları düalist bir kategori içerisinde değerlendirmektedir; ruhbanlar ve laikler. Laikler din adamları dışında kalan halkı tanımlarken, din adamları sınıfı olan ruhbanların yetişmesi için manastırlar bu kurumsallığı ifade etmekteydi. Nitekim din adamlarının eğitimi, beslenmesi, ibadeti vb. birçok açıdan ruhbanların arınması manastırlarda gerçekleşmekteydi.
Kur’an-ı Kerim “…Biz onlara farz kılmadığımız halde Allah’ın rızasını kazanmak için icad ettikleri ruhbanlığa da hakkıyla riayet etmediler.” (57/Hadid, 27) derken, ruhbanlığın iyi niyetlerle arınma amaçlı icad edildiğini; ancak giderek amacı dışına çıktığını ima etmektedir. Nitekim ruhbanların insanın doğal ihtiyaçlarına kendilerini kapatarak bunu takvaya eşitlemeleri bir anlamda marjinalliğe kayışı bize göstermektedir. Victor Hugo da “Notre Dame’ın Kamburu” romanında Mo senyör özelinde paradigmanın çöküşünü hikaye etmektedir.
Hz. Peygamber (SAV) zamanında üç kişi kendi aralarında şöyle söz vermişlerdi. Birisi, “bundan sonra ben geceleri hiç uyumayacağım ibadet edeceğim”; ikincisi, “ben artık hep oruç tutacağım; iftar etmeyeceğim”; üçüncüsü, “ben evlenmeyeceğim” dedi. Bu sözler -metnin içeriğinden anlaşıldığı kadarıyla- daha iyi bir dindarlık ve takva adına söylenmişti. Bu sözleri duyan Hz. Peygamber, onları itidale davet etmişti.
Bugün müslüman toplumlarda ibadetlerden giyim biçimlerine kadar gündelik hayatın birçok alanında marjinal tavırlar takva olarak tanımlandığından, hem “arınmak” olarak ifade edebileceğimiz ve dinin insanlar üzerindeki asıl gayesi olan takva üzerinden toplumda bir ethos kurulamıyor hem de insanın takvaya olan mesafesini artırmaktadır. İnsan yaşadıkça kirlenmektedir; takva ise insanın öncelikle doğru ameller gerçekleştirebilmesi için sahip olması gereken iradeyi sağlayacak içsel arınmayı ve buradan başlayarak dış dünyayı bir ethos temelinde inşa edebilmeyi gerektirir. Belki bugün bazı sonuçlara bakarak, arınmadaki başarımızın aritmetiği çıkarılabilir.
Prof. Dr. Mustafa TEKİN