Hacca giden bir Karadenizli, Kâbe’nin karşısında oturup namaz vaktini beklerken, kafile başkanı olan müftüye, Hz. Peygamber’in kaç defa hac yaptığını sorar; müftü de, “Bir defa” der. O hacı bir müddet sukut edip derin derin düşündükten sonra müftüye yönelerek, “Hocam, Peygamberimizin takvası da çok zayıfmış” der. Müftü bunun üzerine o hacıya kaç defa hac yaptığını sorar. O da, “dokuz” der. Takva ölçütünü nitelikte, kısaca ihlasta değil de nicelikte aramış olacak ki o hacının, “Bir mi çok, dokuz mu?” diye düşündüğü ve bu mukayeseden de Hz. Peygamber’in takvasının zayıf olduğu kanaatine ulaştığı anlaşılıyor.
Oysa takvanın anlamı ve ruhu, nafile ibadetleri çok yapmak değil; haramlardan ve yasaklardan olabildiğince sakınmak, dini kurallara karşı samimi ve duyarlı olmak, sorumluluk bilinci içinde davranışlarını ayarlamak, kısaca düzenli ve tutarlı ahlakî bir davranış içinde olmaktır. Takvalı olmak, iyilikleri elde etmeye yönelik çabalarından önce, kötülüklerden uzak durmaya çalışmaktır. Bir başka ifade ile Müslümanın fitne, yalan, gıybet, iftira, kumpas, zulüm, kul hakkına tecavüz, faiz, zina, yolsuzluk, rüşvet, kayırma, haksız iktisap, egoizm, tembellik gibi kötülüklerden ve haramlardan uzak durmayı; sevap elde edecek diğer davranışlarının önüne geçirmesi demektir.
Bu ana ilkeyi, hem Kur’an’ın tenzil yönteminden, hem de ayetlerdeki vurgulardan anlıyoruz. Nitekim Mekke’de inen ayetlerin içeriğinde, iman ve ahlak ön planda iken, Medine’deki ayetlerde ibadet ve hukukun ön planda olduğu görülüyor. “Allah nefse kötülük yapma ve kötülükten sakınma yetisi verdi” ; “Ey iman edenler! Allah’tan sakının, herkes yarını için ne hazırladığına baksın, Allah’tan sakının. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır” ayetleri bize, önce takvayı/haramlardan sakınmayı, sonra da ahiret için yararlı işler yapmayı önermekte; “Ey imam edenler! Kendinizi ve çocuklarınızı cehennem ateşinden koruyun” ;“Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden kanının”ayetleri de korunmanın ve sakınmanın önemine ayrıca bir atıfta bulunmaktadır.
Bu nedenledir ki, “Def-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır/Kötülüklerden uzaklaşmak, menfaatleri elde etmekten öncedir” kaidesi, Mecelle’nin ana ilkelerinden biri olarak tespit edilmiştir. Bu kuralın anlamı, bir konuda zararı önlemek, fayda sağlamaktan; günahtan sakınmak, sevap kazanmaktan; yasaklardan, haramlardan kaçınmak; iyi ve faydalı şeyleri yapmaktan önce gelir, demektir. Nitekim kurban, oruç ve namazdaki ana hedefin “ takva” olduğu Kur’an’da açıkça zikredilmekte; Hz. Peygamber’in ise bir mağaraya sığınan üç kişinin hayat hikayeleri ile ilgili anlattıkları, haramlardan kaçınmanın önceliğini ifade etmesi açısından bizim için dikkat çekici bir örnek teşkil etmektedir.
Bu ilkeye rağmen günümüzde takvanın yanlış anlaşıldığı ya da yorumlandığı; daha açıkçası takvaya fazla rağbet edilmediği; tevazuun yerine kibrin, dürüstlüğün yerine kandırma ve aldatmanın geçirildiği; âlimlerin kibirli, zâhidlerin câhil, âbidlerin riyakâr oldukları bir toplum yapısının yavaş yavaş oluşmaya başladığı; ayrıca zenginlik kibri, siyaset kibri, makam kibri, ibadet kibri gibi farklı kibir çeşitlerinin ortaya çıktığı ve gittikçe de yaygınlaştığı görülüyor. Müslümanların böyle bir hayata sürüklenişinin pek çok sebebi olabilir ve bu sebepler de tek tek açıklanabilir. Ancak bunlar arasında Nevzat Tarhan’ın ifadesiyle Batının, “Hedonizm, Egoizm ve Komfortizm” diye kavramlaştırdığı anlayışların, günümüz Müslümanlarını derinden etkilemiş olması, en belirgin olanlarıdır. Zira ailelerin, “Biz çile çektik, evlatlarımız çekmesin” diyerek onlarla hayatı paylaşma yerine refahı paylaştıkları, hatta onları aile reisi konumuna getirdikleri; böylece hazzı ve konforu benimseyen , egosu yüksek bireylerin yetişmesine zemin hazırladıkları da anlaşılıyor.
Dolayısıyla hazcılığı, bencilliği ve kişisel rahatını yücelten bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda, lüks ve eğlencenin arttığı; görev ve sorumluluk duygusunun zayıfladığı; israfın, aç gözlülüğün ve doyumsuzluğun yaygınlaştığı, sosyal ilişkilerdeki sevgi, saygı ve empatinin kaybolmaya başladığı ve bunların da İslâmî değerlerin yaşanmasına önemli ölçüde etki ettiği; bu nedenle de sevgi, saygı, güven, merhamet, paylaşma, yardımlaşma ve sorumluluk duyma gibi değerlerin büyük ölçüde anlamlarını yitirdiği; neticede toplum haya tında “ahlaksız ticaret, ilkesiz politika, faydasız ilim, emeksiz zenginlik,vicdansız haz ve emeksiz dindarlığın etkinlik kazandığı” müşahede ediliyor. Nitekim Müslüman olduğunu söyleyen kimi insanın ticaretinde ve ikili ilişkilerinde doğruluk ve dürüstlük ilkelerine riayet etmediği; çoğu kere menfaatlerini doğruluğun ve dürüstlüğün önüne koyduğu; yalan söylemeyi meşru ve tabii bir davranış olarak algıladığı da biliniyor.
Bu iç karartıcı durum, sadece kişisel bir tespitten ibaret değildir. Anket sonuçları da bu tespiti doğrulamaktadır. ABD’de bulunan George Washington Üniversitesi’nden başkanlığını İran’lı bilim adamının yaptığı bir grup, “Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan İslâmî ölçüleri bir endekse tabi tutarsak, Müslim-gayr-i Müslim dünyadaki bütün ülkelerin sıralaması nasıl olur?” diye düşünmüşler ve “İslam’ın emirlerine uygun toplum yapısı oluşturabilen ülkeler” i belirleyen bir araştırma yapmışlar. 208 ülkede yapılan bu araştırmaya göre hiçbir İslam ülkesinin ilk yüze giremediği görülüyor. Türkiye 208 ülke arasında 103., Suudi Arabistan 131. sırada yer alıyor. Şaşırtıcı bir şekilde Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda ilk üç sırayı paylaşırken; İsveç, Danimarka, İngiltere, Norveç gibi Batılı ülkeler, İslâmîlik konusunda Müslüman ülkelere fark atıyorlar. Bu da gösteriyor ki Müslümanlar, toplum olarak merhum Mehmet Akif’in bir asır önce şikayet ettiği durumdan- ufak tefek bazı olumlu davranışlar hariç- farklı bir konuma geçmiş değiller. Bu nedenledir ki M. Akif’in,
“Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile…
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!” sözü, hala geçerliliğini koruyor.
Sonuç olarak Kur’an’ın, erdemli insanlardan oluşan bir İslam toplumunun oluşturulması önerisine ve Hz Peygamber’in de örnek hayatına rağmen Müslümanlar, neden günümüzde İslam’ın emirlerine uygun “şeffaf ve temiz bir toplum” modeli veya çağdaş bir İslâm medeniyeti oluşturmakta başarılı olamıyorlar? Geçmişimizle öğünmeyi veya bugünümüzle yerinmeyi bir kenara bırakıp, hep birlikte bu sorunun cevabını bulmaya çalışırsak, belki içine düştüğümüz bu badireden bir çıkış yolu bulabiliriz. Bu çıkış yolu da düşünce üretmekten geçiyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…
View Comments