Mustafa Sabri Beşer’in kaleme aldığı “Tanzimat Kırıntıları” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz..
“Ortaçağ katilleri, ortaçağ engizisyon mollaları bunlar. Uygar dediğimiz bütün ülkelere gitseler tutuklanacak adamlar bunlar.”
Bunlar, bir TV kanalında Mine Kırıkkanat’ın, “Âlimler Buluşması” toplantısı hakkındaki ifadeleri. Bununla da iktifa etmeyip kendini yargı yerine koyarak, bu toplantıya katılanların suç işlediklerini, Türkiye’de böyle bir toplantının yapılmasının suç olduğunu söylüyor.
Bu cesurca (!) ifadeler akıllara Tanzimat’ı getiriyor. Şimdi burada Kırıkkanat’ı bir kenara bırakalım ve zihnimize düşen Tanzimat’ın neleri götürdüğünü anlamaya çalışalım.
Tanzimat’ı ilan edenler öylesine ustalıkla çalışmışlar ki toplumun bütün dengelerini bozmuşlar. O zamana kadar birlikte ve sorunsuz bir şekilde barış ve huzur içinde yaşayan toplum, birdenbire kamplara ayrışmış. Komşu komşusunu düşman görmeye, herkes birbirine kinle bakmaya başlamış. Tanzimatçılar tarafından ekilen bu ayrılık tohumları kısa sürede sonuç vermiş ve koca bir devlet parçalanmış.
İslam Tarihçisi İhsan Süreyya Sırma ‘Tanzimat’ın Götürdükleri’ isimli kitabında der ki: “Kanaatimizce, İslam Tarihi içerisinde, iki hadise vardır ki Müslümanın fikrî yapısı üzerinde olduğu kadar, inanç ve siyasi yapısı üzerinde de fevkalade önemli tesirler yapmıştır. Müslümanın şahsiyeti üzerinde o derecede menfi bir rol oynamışlardır ki bu akıma kapılanlar, hiçbir zaman düşledikleri şahsiyeti bulamamışlardır. Bunlardan birincisi, Abbasiler zamanında başlayan ve “aydınlanma” devri diye yutturulmak istenen tercüme faaliyetleri, ikincisi de Tanzimat hareketidir.”
Tanzimatçıların ektiği tohumların taşıyıcıları maalesef hala toplum içerisinde yaşıyor. Yeri ve zamanı geldiğinde de hemen genlerindeki tohumları yeşertip toplumu kamplaşmaya itmeye çalışıyorlar.
Kardeşi kardeşe düşman etmek için hiç tanımadıkları insanları “terörist” olarak yaftalıyorlar. Devleti suç işlemekle itham edip bunu da pervasızca dile getiriyorlar.
Peki biz neden düşüncelerimizi ve fikirlerimizi güçlü bir şeklide dile getiremiyoruz?
Onların bâtılı yaymaktaki bu özgüvenine karşılık bizlerin, sahip olduğumuz hakikate rağmen bu sessizliğimiz nereden kaynaklanıyor? Yoksa Anadolu deyimiyle ve ağzıyla, “O senin yiğitliğin benim muhannatlığım sebebiyledir.” mi demek lazım?
Tanzimat sonrası içimizdeki azınlıklar hızlı bir şekilde zenginleşirken bu toplumun asli unsuru olan bizler geri planda kaldık. Buradaki “zenginleşme”den kastımız sadece maddi anlamda bir zenginleşme değil. Aynı zamanda kültürde, sanatta yaşanan bir gelişmeden söz ediyorum.
Fransa’nın İstanbul sefiri, devletine sunduğu raporda der ki: “Bizim Tanzimat’la başlatılan reformlardan maksadımız Ayasofya üzerinde parlayan Hilali indirip yerine tekrar Haçı koymaktır.” Mali yönden batıya bağımlı kalan devletimiz Tanzimat’ın reform adı altında getirdiği uygulamalarla çözülmeye, gönüllerdeki Hilal ise indirilmeye başlar.
Başta tiyatro olmak üzere sinema, roman ve benzeri kültürel ve sanatsal faaliyetler hep Tanzimat kırıntılarının tutundukları dallar olmuş. Kendilerini böyle ifade etmişler. İfade ettikçe de cesaret bulmuşlar.
Bu yollarla kendilerini medeni insanlar olarak topluma sunarken karşı cenahı ise barbar ve geri kalmış olarak göstermişler. Maalesef bu planları da tutmuş. Toplumu; sanat adı altındaki tiyatro, sinema, roman gibi ideolojik faaliyetler marifetiyle dönüştürmüşler.
Bizler ise bu alanlara hep mesafeli durmuşuz. Gerek dini gerekçelerle gerekse bunu örf, gelenek ve ananeye dayandırarak bunlardan hep uzak kalmışız. Kendimizi anlatamamış ve ifade edememişiz. Bu konudaki zaaflarımız halen devam ediyor! Bugünlerde her ne kadar maddi anlamda zenginleşmeler söz konusu olsa da aynı zenginleşmeyi fikir ve sanat alanında gerçekleştiremiyoruz.
Mesela; bir aydır süren ve merkezi İstiklal Caddesi olan, “Kültür Yolu” etkinliklerinde bize ait bir tane çalışma yoktu. Karşı cenah bir ayı dolduracak şekilde her gün kendini ifade edebilirken kadim medeniyetimize ait görselleri veya sözleri taşıyamadık bu etkinliklere.
Tanzimat’ı, “mecburi kültür değişmeleri devri” diye kabul eden Mümtaz Turhan’ın, “Batıyı memnun etme hareketi” olarak gören Engelhardt’ın, “Batılı bir idare şekli verme gayreti” olarak tarif eden oryantalist Kraelitz’in teşhisleri bağlamında; düzenlenen bu “Kültür Yolu” etkinliğine ve “Kırıkkanat”‘ın söylemlerine bakıldığında ya da Sırma hocanın “Batı dünyasına açılma ya da yaranma hareketi” tespitiyle anlattıklarımıza bakıldığında mesele daha iyi anlaşılacaktır.
Bunu demişken önce Kurtuluş Savaşını kazanmamızda çok büyük payı olan Kara Fatmalar gibi kadınlarımızı sonra da Mine Kırıkkanat gibi kadınları hatırlayalım, hangisi bizden?