Dünya kurulalı beri insan nesli, ana hatlarıyla hep iki ana/temel tercihten birini yapmak durumunda olageldi. Ya iyinin/iyiliğin yanında olacak ya da kötünün/ kötülüğün tarafında duracaktı.
Bir tarafta iyilik, bir tarafta da kötülük vardı ve aslında bütün bir tarih bu iki gerçekliğin çekişmesi ve mücadelesinden ibaretti. Tıpkı her insanın içinde, bir meleğin üflediği ilahi nefha gibi vicdanın sesi ile şeytanın vesvesesi arasındaki mücadele gibidir tarihin serencamı. Bir insan tekinin ömrü boyunca içinde yaşadığı bu savaş, topyekûn insanlık ailesinin tarihi boyunca yaşadığı çatışmanın da ana eksenini belirlemiştir. Biz buna hak ve bâtılın mücadelesi diyoruz ki tarihin özeti budur, gerisi teferruattır.
Modern çağlara erene değin hep bu iki mecrada akıp durdu insanlık. Kimi zaman mutlak iyilik/hak, kimi zaman da mutlak kötülük yeryüzünde hükümran oldu. Ama saflar hiçbir dönemde modern zamanlardaki gibi silik/karmaşık/ayırt edilemez halde olmadı; hep belirgin oldu. Dolayısıyla taraflar arasında tercih yapmak hiç bugünkü kadar zor ve içinden çıkılmaz bir hal almadı. Ne kadar doğrudur bilinmez, eski zamanlarda bir Çin bedduası varmış: “Tuhaf zamanlara eresiniz.” Sanki bu bedduanın tahakkuk ettiği zamanları yaşar oldu insanlık.
Kur’an: “Hakkı batılla bulayıp da bile bile hakkı gizlemeyin*” der. Zira sorun bâtılın varlığı değil bâtılla hakkın bir birine bulanması ve hakikatin seçilemez duruma gelmesidir. O yüzden Allah Resulü (s.a.v)’in öğrettiği, eskilerin çokça tekrarladığı ve şimdilerde pek hatırlanmayan bir duası mealen şöyledir: “Yâ Rabbi! Hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et; bâtılı bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmayı nasip eyle” Ancak öyle vakitlere erdik ki; iyi nedir, kötü nedir; kim iyidir, kim kötüdür? İyi gözüken/gösterilenler hakikaten iyi midir, ya da kötü gösterilenler gerçekten kötü müdür? Bütün bu ayırımları yapabilmek birçok bakımdan neredeyse imkânsız durumdadır.
Batı merkezli başlayan gelişmeler dizisi yerleşik her şeyi tarumar etti. Bütün kavramları/tanımları değiştirdi/dönüştürdü. Keşifler ve buluşların tahrikiyle başı dönen batılı her şeyi yerinden etmeye, her değeri tahtından indirip zelil bir halde sorguya çekmeye koyuldu. Öyle ki “Tanrıyı öldürdük” diyen Nietzsche’nin ironik ifadesi bağlamında, pozitif bilim ve terakki motivasyonu ile haddi aşıp küstahlaşan Batı, kurbanları arasına Tanrı’yı bile eklemekten çekinmez bir hale bürünecekti! Tanrıyı öldüren(!) Batı, bir tanrı membaı haline dönüşüyor her yandan yeni tanrılar fışkırıyordu.
Bu hercümerç içerisinde bütün yerleşik değerler asli hüviyetini yitirdi. İnançların ve değerlerin yerini ideolojiler aldı. Bu tufanın dalgaları çok geçmeden bizim varlığımızı da döğüp tarumar etmeğe koyuldu. ”Pusuda bekleyen yabancı ideolojiler setleri yıkılan ırmaklar gibi yayıldılar ülkeye**” 600 yıllık Devleti Âliye, bayraklaştırılan “Hürriyet, Müsâvat(eşitlik), Uhuvvet(kardeşlik)” kavramları eşliğinde çözülüyor, bir heyelana tutulmuş gibi koca bir devlet- hem de kendisini ihya etme iddiasında olanlar eliyle- göçüp gidiyordu. Batıcılar, Osmanlıcılar, Türkçüler, İslamcılar… Hemen hepsi, ölüm sıtmasına tutulmuş bir hasta için sihirli bir eczayı uhdesinde bulunduran hekim edasındaydılar. Hasta adama ab-ı hayat vadediyordu her biri. Ama o sihirli ecza (!) ne kendilerine, ne de kurtarma sevdasıyla her bir yanından çekiştirdikleri Hasta Adam’a fayda etmedi. Belki de merhum Âkif meselenin ne denli girift bir hal aldığını görüyor, bu yüzden “Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam” diyordu da, kendisi de türlü yanılgılara düşmekten azade olamıyordu. Kim bilir?
Bugün yeryüzünün egemenleri, ne kadar da masum bir retorik eşliğinde Eski Dünya’yı –onların tabiri ile Ortadoğu- ateşe veriyorlar. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, halkların kendi kaderini tayin etmesi, kalkınma, ilerleme… Kulağa ne kadar da hoş geliyor değil mi? Fas’tan Endonezya’ya kadar ülkeleri karıştırıp tarumar edeceğiz, sınırları kevgire çevirip insanları yerinden yurdundan edeceğiz, milyonlarca insan ölecek, milyonlarca çocuk telef olacak ve böylelikle yeni bir düzen(!) kuracağız, demiyorlar. Bütün bunların yerine Büyük Ortadoğu diyorlar, Fas’tan Endonezya’ya kadar haritalar değişecek diyorlar. Ne kadar basit değil mi? Birkaç milyarlık bir nüfus ve onların yaşayacağı, tarihte emsali görülmemiş acılar onlar için sadece bir harita meselesi ve çizgilerin yer değiştirmesidir.
Mesela, gıdaların genetiğiyle oynayıp onları tekelleştirirken, çoğalan nüfusla beraber yaşanabilecek açlık tehlikesini önlemek gibi masum(!) bir gerekçe öne sürüyorlardı. Ülkeleri küresel finans sistemine zincirlerken “Güçlü Ekonomiye Geçiş” diyorlar, hepimizi kendi endüstrilerinin bağımlısı yaparken “Küreselleşme” diyor, bir köy(!) haline gelen dünya masalları anlatıyorlar. Kâğıt ve mürekkepten başka bir maliyeti olmayan doları basarak hepimizin varını yoğunu alırken, “Parasal Genişleme” diyorlar. Ne kadar masum değil mi?
Aslında bütün bunları şunun için anlattım: Son zamanlarda hemen herkeste bir safları netleştirme sevdası depreşti. Herkes herkesten bir an evvel tarafını seçmesini bekliyor, hatta buna birbirini zorluyor. ABD öncülüğünde 11 Eylül 2001’le başlayan “Ya benimlesin ya düşmanımsın!” düzeni/tarzı evrim geçirerek devam ediyor. Ülkeler, küresel ağaların küreselci ekolüyle neocon ekolü arasında tercihe zorlanıyor. Küresel ölçekte, aslında birbirini besleyen bu iki kardeş kamplaşmasının bizim gibi ülkelerde farklı izdüşümleri var. Herkes teyakkuzda; milliyetçisi, muhafazakârı ulusalcısı, dindarı, laikçisi…
Yükseltilen milliyetçi söylem üzerinden etnik fayların tetiklenmesine devam edilirken, muhafazakâr ve ulusalcı çevreler arasında da farklı fay hatlarını hareketlendirme gayretleri tam hız devam ediyor. Ne yazık ki bütün farklılıklar arasında fay hattı ihdas etmeye çalışanlar, küresel odaklar hesabına, ancak oldukça sureti haktan gözükerek faaliyetlerini icra edebiliyorlar. İş gelip “Atatürk ilahtır – Atatürk ilah değildir” gibi son derce abes bir tartışmaya kadar gelip dayandı. Böylesi saçma sapan bir tartışma taraftar buluyor ve “şuuru iğdiş edilmiş” kitleler böylesi boş tartışmalar da taraf olup saf tutuyor. Böylesi tartışmalara teenniyle yaklaşanları da taciz ediyorlar ve her vesile ile: Taraf olmayan bertaraf olur!” demeyi ihmal etmiyorlar.
Aşikâr olan bir şey var ki, tarafların hiç birisi revaçtaki bütün tartışma ve kamplaşmaların öznesi değil, sadece edilgen bir nesnesi. ‘Cambaza bak’ numaraları bunlar. Bu numaraları görmek için biraz tartışmaların içinden çıkmak ve meselelere şakuli bir boyuttan bakıp resmin tamamını, işin hakikatini görmek gerek. Biz burada bir birimizi hırpalarken ve aramızdaki husumeti çoğaltırken birileri bize ait çok değerli şeyleri elimizden alıyor ve ayaklarımızın altındaki toprakları, küçük ama istikrarlı dalgalarla çekip alıyor hissettirmeden. Ve bütün bunlar olurken, en fazla suret-i haktan gözükenler bilerek ve isteyerek ya da gaflet içinde başkalarının namı hesabına çalışıyor.
Aslında bugün bâtıl, ekini ve nesli ifsat eden, bütün insanlığı köleleştiren, parayı ölçü aracı olmaktan çıkartıp bir mal haline getirerek bütün milletleri faizle sömüren, mizanı bozan, bütün bunları yaparken de her türlü değeri kullanmaktan çekinmeyen Küresel Emperyalizm şeklinde tecessüm etmiştir. O halde taraf olunacak, saf tutulacak bir yer varsa bu, küresel sömürü düzeninin karşısında hak ve adaletin yanıdır. Mizanı korumayı, tabiatı tahrip etmemeyi, hak ve adaletten ayrılmamayı, insan fıtratını korumayı; hangi milletten, hangi ırktan, hangi inançtan olursa olsun her hak sahibine hakkını vermeyi savunabilen bir vicdan sahibi olabilmektir.
Bu topraklar özelinde söyleyecek olursak bu coğrafyada yüzlerce yıldır herkesin barış içinde yaşamasını temin edebilen kurucu değerlerle barışık olabilmek ve o değerleri örselemeden, göz ardı etmeden onlardan beslenebilmektir. Zira mevcut küresel sömürü düzenine karşı Kadim Dünya’ya nazil/nasip olmuş ve orada boy vermiş, binlerce yıldır işlenerek bir medeniyet tecrübesine dönüşmüş değerlerden başka bir direnç noktası yoktur.
Bu topraklara ait kurucu medeniyet değerlerinin içini boşaltanlar, onu kuru bir romantik söyleme indirgeyenler ona en büyük kötülüğü yaparlar. Bu değerleri bir ideoloji sığlığına indirip kısır tartışmaların malzemesi/mezesi olacak sloganların membaı olarak görmeye kimsenin hakkı yoktur. Hiç kimse kendi özümsemediği bir değer üzerinden hiç kimseye bir şey anlatamaz veya sunamaz.
Eğer oyunun hakikatini ve büyüklüğünü idrak edemezsek, Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden tefrik edemezsek, bize sürekli karşılıklı saflarda kenetlenmemizi salık verenlerin kimlerle iltisaklı olduklarını idrak edemez de, bize algı vasıtalarıyla işlenen/öğütlenen şekilde taraf olursak işte o zaman bertaraf olmamız mukadderdir.
*Bakara 42/Elmalılı M. Hamdi Yazır meali
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi
ŞABAN ÇETİN
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…