“Sofi ve molla öyle teviller yaptılar ki, Allah da Cebrail ve Muhammed de hayretler içinde kaldı.” Muhammed İkbal
Tarikat, Arapça bir sözcük; sözlükteki karşılığı “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş”. Kimileri de “Allah’a ulaşmak için takip edilen yol” şeklinde yorumluyor. Bir nevi züht hareki şeklinde konumlandırılıyor ki, bu sağlıklı bir saptama değildir.
Züht hareketinin İslam’ın ilk yüzyılında Hicaz merkezli olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Ayrıca züht hareketinin temel karakteristiği bir protesto niteliğinde ortaya çıkmasıdır. Herhangi bir mistik temele dayanmadığı gibi, organize bir hareket de değildir.
Tasavvuf ise mistik birtakım teoriler temelinde gelişen bir akım. İlk dönem İslam büyüklerinin tarihsel yaşamları deforme edilerek sufilik kavramıyla uyumlu hale getirildi. 9. yüzyılda zuhur ettiğini görüyoruz. İlk mutasavvıflar diyebileceğimiz, Seriyy-i Sakatı, Bayezid-i Bistami, Cüneyd-i Bağdadi ile Hallac-ı Mansur bu çağın insanlarıdır.
Yüzyıllar içinde gittikçe kendi içinde nitelik kaybına uğrayan tarikatlar, günümüzde daha çok holdingleşmeye giden yol, siyasi nüfuz elde etme yolu veya devlette mevki elde etmenin, ihale kapmanın kestirme yolu şeklinde algılanmaktadır.
1950’li yıllardan sonra sağ partiler tarikat ve cemaatleri arka bahçeleri olarak gördüler. Bir nevi oy deposu şeklinde değerlendirdiler. Her kritik dönemeçte oylarına talip oldular. Bunu yaparken de söz konusu yapıların büyümesine, iktisadi ve siyasi güçlerinin artmasına zemin hazırladır. Kimi zaman tarikat ve cemaatlerin liderlerini veya işaret ettiği kişileri Meclis’e taşıdılar, kimi zaman da bürokraside ya da ticarette yeni fırsatlar sundular ve önlerini açtılar.
Daha önceleri ağırlıklı olarak mürit devşirme peşinde koşarlarken, son dönemlerde devlet sübvansiyonu ile eğitim kurumu, kurs, yurt açıp para devşirmeye öncelik verdikleri görülüyor. Özellikle son yirmi yılda tanık olduğumuz süreç, geleneksel sağ çizginin de ötesine taşmış bulunuyor. İktidar adeta cemaat ve tarikatlara ulufe dağıtıyor.
15 Temmuz sonrasında ise iktidar, Fethullahçıları tasfiye ederken, diğer cemaat ve tarikatları iktidarın organik parçası haline getirdi. Bakanlıklar, mülki amirlikler ve diğer bürokrasi cemaat ve tarikatlar arasında paylaştırıldı. Adeta iktidar, cemaat ve tarikat koalisyonu kuruldu. Cemaatler arası pay kapma yarışı başladı.
Son yıllarda ise cemaat ve tarikatlar daha çok çocuk istismarları ve intihar vakalarıyla gündemi meşgul ettiler. Bu da tarikat ve cemaatleri haklı olarak hedef tahtası haline getirdi. Gerek iktidar cenahı gerekse bu çevreler, olayın üzerine gidip hukuk yoluyla cezalandırma yöntemine başvuracaklarına, savunma refleksiyle karşı mahalleyi suçlama kolaylığını seçtiler. Karşı mahallede gerçekleşen istismar olaylarını gündeme taşıdılar.
Öte yandan, çocuk istismarı ile çocuk yaşta evliliği birbirinden ayırmak lazım.
Geleneksel fıkıh literatürü çocuk yaşta evliliğe cevaz vermektedir ki, bunu da esin kaynağı İslam öncesi Arap örfüdür. Ancak hiçbir din veya mezhep istismarı meşru görmez.
Türkiye’de binlerce kişi çocuk yaşta evlilikten dolayı yargılanmaktadır. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsünün araştırmasına göre, Türkiye’de şu anda 18-45 yaş arasındaki her 5 kadından 1’i çocuk yaşta evlenmiş. Çocuk yaşta evlenen her 3 kadından biri ise çocuk yaşta anne olmuş. Bu çocukların en az yarısı evlilikte şiddet görmüş. Üçte biri yakınlarıyla veya akrabalarıyla evlendirilmiş. Tamamına yakını erken yaşta evlenmek istemediklerini söylemesine rağmen evlendirilmiş. Aynı araştırmaya göre, şu an 20-24 yaş grubu içinde 18 yaşından önce evlenenlerin oranının yüzde 15 olması düşündürücü.
Toplumda erken evlilik sorunu sağlıklı bir şekilde tartışılamıyor. Gelenekçi din anlayışı ile jakoben laikçi anlayış buna mâni.
Kimi hocaların, fıkıh kitaplarındaki tarihsel yorumları referans alarak günümüzde de çocuk evliliklerinin meşru olduğu şeklinde yorumlar yapması, toplumun tepkisinin daha da artmasına neden oldu. Gelen tüm tepkileri İslam düşmanlığı olarak yorumlamak sağlıklı değil. Elbette, bu tarz hadiseleri bahane edip İslam’a saldıranlar da olabilir.
Eski fıkıh kitaplarında çocuk yaştakilerin, velisinin kararıyla nikahlanabileceği, ‘büluğa erdiğinde’ de fiilen evlenebileceği yazmaktadır. Bireysel hak ve özgürlüğün söz konusu olmadığı eski asırların fetvaları çağımızda facialara neden olabilmekte ve birçok çocuğun hayatının kararmasına neden olmaktadır.
Toplumsal tepkiler daha çok istismara yöneliktir.
2020’de İstanbul/Ümraniye’de bir derneğin Kur’an Kursunda yatılı kalan 6 öğrenciye zincirleme cinsel istismardan 3 sanığa 139 yıl hapis cezası verildi. Gene Erzurum’da bir Kur’an kursunda 7 çocuğa cinsel istismardan belletmene 119 yıl hapis cezası verildi. Örnekler çoğaltılabilir. İslami camia ve cemaatler bu tarz çirkin, insanlık dışı olaylara ahlaki bir refleks gösterip tepki vermek yerine, maalesef kurumsal itibarlarını tehlikeye sokmamak için olayları örtbas etmeye çalıştılar.
Unutmayalım ki, Kur’an’ın mesajı evrenseldir ancak fıkhi yorumlar tarihseldir ve günümüz insanı için bağlayıcı olamaz. İnsanlar yüz yıl sonrası için dahi öngörüde bulunamaz. Yüz yıl önceki insanlar interneti, cep telefonunu hayal bile edemezdi.
Kaldı ki, insanların ortalama yaşam süreleri uzadıkça evlilik yaşı da yükselmektedir. Türkiye’de yasal evlilik yaşı 18 olarak belirlenmiş olmasına karşın gençlerin çoğunun 30 yaşına kadar evlenmeyi düşünmedikleri bir hakikat.
Yasalara göre 16-17 yaşındaki gençler hâkim izniyle evlenebiliyor; bu da Kur’an’ın rüşt tanımıyla uyumludur.
Hiranur Vakfında yaşananlara gelince; mağdurenin savcılık ifadesi ile ailenin kamuoyuna yansıyan açıklamaları çelişkili. 6 yaşında gelinlikle çekilmiş fotoğraf muhtemelen hafızlık törenindeki fotoğraftır. Aile 3 yaş geç yazdırdıklarını iddia ediyor -ki, bu Anadolu’da çok yaygın bir uygulamadır. Kızın psikolojik sorunlar yaşadığı gayet sarih. Ancak kızın söylediklerinin de doğruluk payı vardır. 13 yaşında düğün yapıldığı ortada. En naif yaklaşımla, hafızlık hocası olan damadın kızın cazibesine kapılıp tecavüz edebileceğinin göz önüne alınmadığı anlaşılıyor. Kemik testine 21 yaşındaki bir kadının sokulması sahtekarlıktır, ahlaki değildir. Baba aynı zamanda Hiranur Vakfının kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in Tillo menşeli büyük bir alim olduğu, İsmailağa cemaatinin aksine siyaset kurumuna mesafeli durduğu, daha çok ilim odaklı hizmet ettiği bilgisini bir dostum aracılığıyla edindim. Ancak belli ki, Gümüşel’in zihin dünyasında geleneksel fıkhın günümüz için de geçerli olduğu kanaati hâkim. Tutuklamaların kamuoyu baskısıyla gerçekleştiğini düşünüyorum.
Sonuç olarak Müslüman camia özeleştiri kültürüyle tanışmak zorunda.
Faysal Mahmutoğlu