Allah Teala,“Kendilerine açık deliller geldikten sonra ihtilaf edenler ve tefrikaya düşenler/ayrılanlar gibi olmayın”[1]; “Toptan Allah’ın ipine sarılın, tefrikaya düşmeyin”[2], “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara sapmayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti”[3] sözleriyle inanan kullarını uyarır. Bu uyarının amacı ise kullarının din konusunda ihtilaf etmelerini ve tefrikaya düşmelerini engellemektir. Bir diğer ifade ile Yüce Rabbimiz, geçmiş ümmetlerde olduğu gibi bizim de din konusunda tefrikaya düşmemizi ve doğru yoldan ayrılmamızı istememektedir.
İhtilaf, “ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, görüş ayrılığı ve anlaşmazlık” [4] içine olmak gibi anlamlarına gelir ve “Söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutma” yı ifade eder. Tefrika ise “ayrılma, ayrılık, bozuşma”[5] demektir; “Dinî, fikrî veya siyasî birliğe sahip insan topluluklarının bölünüp parçalanması, fırkalara ayrılması”[6] anlamına gelmektedir. Bu iki kavram, – kısmen mana yakınlığı bulunsa da- bir birinden çok farklı anlamları ihtiva eder. Zira ihtilafta görüş ayrılığı ve farklılığı söz konusu olurken; tefrika da bölünme ve parçalanma söz konusudur. Nitekim ihtilafın karşıtı ittifak, tefrikanın karşıtı ise vahdettir. İhtilaf, genelde fikir ve düşünce ayrılıklarını; tefrika ise bölünme ve parçalanmayı tanımlar. Bu nedenle Kur’an, “din” üzerinde ihtilaf edilmesini ve tefrikaya düşülmesini yasaklar; buna karşılık “din”in anlaşılmasını ve “Kur’an’ın tedebbür” edilmesini de ister[7].
Daha açık bir ifade ile Kur’an, din üzerinde asla ihtilaf ve tefrika istemiyor; buna karşılık dinin anlaşılmasını ve yorumunu da teşvik ediyor, fakat yorumlarda insanları ve toplumu tefrikaya götürecek aşırılıkları da onaylamıyor. Ne var ki yorum farklılıkları tefrikaya yol açacak bir potansiyeli de içinde barındırıyor. Özellikle bilimsel olmayan ve bir metodolojiye dayanmayan görüş ve yorum farklılıklarının tefrikaya dönüştürücü gücü daha da fazla oluyor. Bu nedenle tefrika sonucu oluşan bazı dinî grupların, sosyal, kültürel ve siyasî atmosferin de etkisiyle yorumlarında kalıcı ihtilâflar oluşturdukları, böylece dinî metinlerin ve hükümlerin tahrif edilmesine yol açtıkları da biliniyor. Nitekim tarihî süreç içinde oluşan bir çok dinî fırkanın, bu ümmete çok acılar çektirdiği; günümüzde de ortaya çıkan bazı yeni fırkaların, yaşanan bunca acı tecrübelere rağmen o derin acıların benzerlerini bu topluma yeniden yaşattığı da görülüyor.
Tefrika, ne tür bir illettir ki bir türlü bu ümmetin başından eksik olmuyor. Her çağda ve her dönemde bu illetle karşılaşılıyor. Nitekim çok değil, bundan bir asır önce Mehmet Akif, “Din Mutedil, Biz Aşırı” başlıklı yazısında tefrika ile ilgili olarak şunları söylüyordu:
“Dinimiz îtidâl ister, biz dâima “aşırı”… Müslümanlık din-i fıtrî, din-i ilâhî hem en son din-i ilâhî olmak itibariyle bir din-i i’tidâl iken, nasıl oluyor da bizler hiç mu’tedil bir hatt-ı hareket tâkib edemiyoruz? Bunun cevabı pek kolaydır: Çünkü Müslüman nâmı altındaki cemâatin kısm-ı a’zamı İslâm’ın şekl-i sahîhinden alabildiğine gafil. Dünyada, ukbâda [âhirette] bizi insanların en mes’udu sırasına geçirmeyi kâfil olan [üstlenen] böyle bir dini, cehlimize kurban ettik, hâlâ da ediyoruz. Yazıklar olsun.
Şeriatı hâl-i hazırına [şu andaki durumuna] getirince artık hiç birimizde intibahtan eser kalmadı, ahlâk-ı fâzılanın ismini bile unutmak derekelerine düştük.”[8]
“Allah’ın Çağrısına Koşalım” başlıklı yazısında ise şöyle diyordu:
“Din ne dedi, biz ne yaptık? Ey ma’şer-i müslimin! Evâmiri [Allah ve Resûlünün emürlerini] dinlememekte biraz daha devam ederseniz, büsbütün mahvolursunuz. Allah size “İlim öğrenin, kuvvet hazırlayın, adâleti düstur ittihaz edin, birbirinize muâvenette [yardımda] bulunun, hakkı tanıyın, tefrikadan sakının” dedikçe: Siz bilakis cehle revaç verdiniz, meskenete düştünüz, atâlete kapıldınız, zulmü âdet edindiniz, birbirinizin gözünü oymaya kalkıştınız, haktan yüz çevirdiniz, nâmütenâhi [sayısız] fırkalara ayrıldınız. Artık bu tuttuğunuz yolu bırakınız. Çünkü o sizi izmihlâl uçurumuna doğru götürüyor. Şeriatın gösterdiği şâhrâh-ı felâhı [kurtuluşa erdirecek ana yolu] tutunuz. Zira sizi kurtaracak ancak odur”[9]
Bu yol hiç şüphesiz Kur’an yoludur ve o Kur’an da bize şunları söylemektedir:
“Allah, Nuh’a emrettiği, sana da vahyettiğimiz, ayrıca İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz dini, sizin için de din kıldı, o dini dosdoğru uygulayın, o konuda asla tefrikaya düşmeyin”[10]
“Din konusunda onlara açık deliller verdik, ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilaf ettiler/ ayrılığa düştüler.” [11]
“Dinlerini parçalayan (ferrkû) ve bölük bölük (şiyean) olanlardan olmayın”[12]
“Kur’an’ı derinlemesine düşünmüyorlar mı? Şayet Allah’tan başkasından gelseydi, onda pek çok ihtilaf/ aykırılıklar bulurlardı”[13]
İnsanlar arasında görüş ve düşünce farklılığının olması tabiî bir durumdur ve fıtratın da bir gereğidir. “Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri hariç ihtilaf içindedirler”[14] ayeti bunu ifade eder. Zira her insan, fıtrî yeteneğine, bilgi birikimine ve donanımına göre anlar, düşünür ve davranışlarına yansıtır. Nitekim mezheplerdeki -ister itikadî, ister amelî olsun- görüş ve düşünce farklılıkları ile tefsirlerdeki yorum farklılıkları bunun bir göstergesidir. Mevlana bu olguyu, “Herkes kabıyla deryaya gider, kabı kadar su alır, deryanın günahı ne?” sözüyle izah eder. Neticede anlama ve düşünme farklılığı, tarih boyunca devam edip gelen bir olgudur, “Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar” sözü de bu gerçeği yansıtmaktadır.
Kur’an sürekli tefekkürden ve akletmeden söz eder, dolayısıyla tefekkür, beşerin kulluk görevleri arasında yer alır. Farz-ı ayn gibi her Müslümanı ilgilendirir, yoksa farz-ı kifaye gibi belli kişilerin tefekkür etmesiyle Müslümanların üzerinden kalkacak bir görev değildir. Herkes kapasitesi, bilgi birikimi ve donanımı nispetinde bu görevi yerine getirmekle yükümlüdür. Bu sebeple Kur’an, düşünce ayrılıklarını yasaklamamış, fakat düşünce ayrılıklarına dayalı tefrikayı yasaklamıştır. Zira farklı düşünceler, insanlar arasında rekabete, dolayısıyla toplumların ilerlemesine ve kalkınmasına yardımcı olurken; tefrika toplumların birlik ve beraberliğinin bozulmasına ve parçalanmasına sebep olmaktadır.
Genel durum bu olmasına rağmen, görüş farklılıkları neden sorun haline gelmektedir? Buna dair bir çok sebep bulunabilir, ancak bunlar içinde en önemli sebep, üretilen dinî düşüncelerin “Din” gibi algılanır oluşudur. Beşer tarafından üretilen dinî düşünceler, dine uygun olabilir ya da olmaya bilir. Dine uygun olsun veya olmasın, üretilen dinî düşünceleri, din gibi algılayıp mutlak doğru olarak kabul etmek, sorunun ana kaynağını teşkil ediyor. Bu konuyu şöyle de açıklamak mümkündür: Bir “Din” vardır, bir de dinî olan vardır. Din bellidir, Allah’ın koyduğu kural ve ilkelerin tümünü kapsar. Dinî ifadesinin ise iki anlamı mevcuttur: 1. Diden olan, 2. Dine uygun olan. Namaz, dinîdir dediğimizde, birinci anlamı kast etmiş oluruz. Zira namaz dinin bir parçasıdır. Mevlit dinîdir, dediğimizde ise ikinci anlamı kast ederiz. Çünkü mevlit dinden bir parça değildir, fakat dine uygunluğu var sayılan dinî bir kültürdür. Bununla birlikte mevlidi dine uygun görmeyenler de mevcuttur. Bu nedenle mevlidin dine uygunluğu mutlak doğru değil, izafî doğrudur; bakış açılarına ve yaklaşım tarzlarına göre mevlidin dine uygun olduğu veya olmadığı tartışma konusu olmaktadır.
Dinî konulardaki düşünce farklılıkları ve dinî metinlerin yorumları da tıpkı mevlit gibi dinîdir, bu nedenle tartışmaya açıktır. Nitekim geçmişte her mezhep kendi görüşlerinin doğruluğunu savunmuş ve karşı görüşleri eleştirmiştir. Eleştiriler, makul sınırları aşıp tefrikaya sebep olacak boyutlara ulaştığında ise, “dört hak mezhep” anlayışıyla buna engel olunmaya çalışılmıştır. Zira beşerî her görüş, içinde yanlışı barındıran bir doğru olabileceği gibi, içinde doğruyu barındıran bir yanlış da olabilmektedir. Bu nedenle insanlara ait yorumların, genel bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Nitekim abdestli iken kadına dokunan bir erkeğin abdestinin bozulup bozulmamasına ilişkin Hanefi ve Şafi Mezheplerinin görüşleri, buna bir örnek olabilir: Ebu Hanife’ye göre bu kişinin, “abdesti bozulmaz” görüşü, Hanefî Mezhebine mensup olanlar tarafından bağlayıcı olsa da; “abdesti bozulur” görüşünü benimseyen Şafî Mezhebine mensup kişiler için bağlayıcı değildir. Onlar için bağlayıcı olan, İmam Şafi’nin “abdesti bozulur” görüşüdür. Her iki hükmün de dayandığı tek ayettir.[15] Bir başka ifade ile tek bir ayetten, bakış açılarına göre iki farklı hüküm çıkartılmıştır. Dolayısıyla her iki mezhebin görüşü, “din” den değil, dinîdir. Bir başka ifade ile her mezhebin dine uygun olduğunu var saydığı görüş, kendi bakış açılarına göre doğrudur ve sadece kendi müntesiplerini bağlayıcıdır.
Bu nedenedir ki geleneksel tefsir anlayışında müfessirler, yorumladığı her ayetin sonunda “Allahu a’lem bi muradihi/ Allah muradını en iyi bilendir” deme ihtiyacını hissetmişlerdir. Bunun anlamı ise “Ben bu ayeti böyle anladım ve yorumladım; bu yorum bana göre doğrudur, ancak mutlak doğruyu Allah bilir” demektir. Bu anlayış, sadece tefsir için değil, fıkıh, kelam, tasavvuf başta olmak üzere bütün dinî ilimler için de geçerlidir. Buna karşılık konumu ve bu konumdan kaynaklanan görevi gereği Hz. Peygamber’e aidiyeti kesin olan “sünnet” ve onun sözlü ifadesi olan “hadis” ise, bütün Müslümanları bağlayıcı bir niteliğe sahiptir.
Neticede düşünce farklılıkları ve yorumlar, ümmet için bir rahmettir. Zira ”içtihat” ve “tecdit” kapılarını açık tutarak uygulamalarda kolaylık sağlamakta, toplumların ilerlemesine ve gelişmesine önemli katkılar sunmaktadır. Daha da önemlisi hakikat arayışlarının ve fikrî gelişmelerin zemini oluşturmakta ve düşünce alanlarına yeni ufuklar açmaktadır. Bununla birlikte düşünce ayrılıkları ve yorumlar, tefrikanın bir aracı yapılmamalıdır. Ne var ki hayata yansıtılması itibariyle “epistemik cemaat” kültürüne sahip olan bazı anlayışların, kendileri gibi düşünmeyenleri dışlama, itibarsızlaştırma, hatta tekfir etme tavırları, tefrikaya zemin hazırlamakta; dolayısıyla alt ve üst dinî kimlikler arasındaki hiyerarşik düzenin bozulmasına da sebep olmakta, çoğu kere de alt kimlikler “Müslüman” kimliğinin önüne geçirilmektedir.
Müslümanların bu duruma düşmemeleri için Allah Teala, onlardan birleştirici ve toplayıcı bir etken olarak Allah’ın ipine/ hablullaha/ Kur’an’a sımsıkı sarılmalarını istemiş ve her türlü tefrikadan uzak durmalarını emretmiştir.[16] İnananların birlik ve beraberliklerini ancak böyle koruyabileceklerini; didişmenin, çekişmenin ve ötekileştirmenin ise tefrikaya sebep olacağını, dolayısıyla da güçlerini/otoritelerini kaybedeceklerini; birlik ve beraberliğin ise ancak Allah’a ve resulüne itaat etmekle mümkün olabileceğini hatırlatmış ,[17] bunu da nüzul dönemine ait şu örnekle açıklamıştır:
“Allah’ın size olan nimetini anın. (Birbirinize) düşmandınız da Allah kalplerinizi birleştirdi, O’nu bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz de sizi oradan kurtardı.”[18]
Yüce Allah, bu sözüyle Müslümanlardan böyle bir tehlike ile karşılaşmamaları için toptan Allah’ın ipine/Kur’an’a sımsıkı sarılmalarını, onun genel prensiplerinin dışına çıkmamalarını ve birbirlerine düşmanlık etmemelerini istemektedir. Bize düşen görev de Allah Teala’nın bu isteğine uymak, birlik ve beraberliğimizi bozacak söz ve davranışlardan mümkün olduğu ölçüde kaçınmaktır. Kendi düşüncelerimizi ve dinî yorumlarımızı tek doğru olarak görmemek, bizim düşüncelerimizden farkı düşüncelerin de bakış açılarına göre doğru olabileceği ihtimalini gözden ırak tutmamaktır. Kısaca “Din konusunda onlara açık deliller verdik, ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilaf ettiler/ ayrılığa düştüler” [19] ayetine muhatap olmamaktır.
Son sözü Emin Işık Hoca’ya bırakıyorum. O “Devleti Kuran İrade” kitabında şunları söylüyor:
“Kahramanlık ve şeref dışarıdan elde edilmez, o ruhun asâletinde varsa kendini gösterir. İskender ve Cengiz de, hatta Napolyon da geniş ülkeler aldılar, Dünyanın büyük bir kısmı üzerinde hâkimiyet kurdular, fakat hiç biri büyük fetihler yapamadılar. Orduları mağlup edip milyonlarca insanı çiğneyerek geçen bu meşhurların ayak bastıkları her yerde, yalnız kan izleri görülmektedir. Bunların mağluplarına verecek hiçbir meziyetleri ve ruhî üstünlükleri bulunmadığı için fatih olamamışlardır. Fatihler, surları yıkıp kelleleri alanlar değil, ruh verenlerdir.
Görülüyor ki; kaba kuvvet yıkar, fakat yapamaz. Kılıçların yaptığı işgal, kılıçların kestiği müddetçe devam eder. Çünkü demir paslanır, kılıç körelir. Ruhların yaptığı fetih ise ebediyyen devam eder. Çünkü ruh ebedîdir.
Gösteri yürüyüşleri ve şahlanış mitingleri ile bir memleketin istikbalini kurtaracaklarını zannedenler, tutalım maddî kuvvetin yardımı ile gelip geldiler, acaba mağluplarına ne verecekler? Hangi üstün fikri ve ileri görüşü, hangi ideal ve ahlâkı telkin edecekler? “İslâmiyeti” denecek, fakat ben kitaplarda yazılı olanı değil, bugünün Müslümanlarında mevcut olanı kastediyorum. Dedelerinin düşmanlarına kullanmaya tenezzül etmediği hile ve kurnazlığı, bugünün Müslümanı kendi dava arkadaşlarına karşı kullanmaktan çekinmiyor. Hileyi muvaffakiyetin temel şartı sayan, her an ve herkese karşı ona müracaatı lüzumlu kabul eden günümüz mürşitleri, bilmiyorlar mı ki hile ve kurnazlıkla kazanılan bir dâvâ, daha muvaffak bir başka hile ile kaybedilir.
Bugünün dinsizleri de, dindarları da şaşkınlık içindedir. Biri maddî kuvvetle ruhu ezeceğini ve ortadan kaldıracağını zannederken, diğeri yine aynı maddî kuvvetle ruhu dirilteceğini ve hâkimiyete ulaştıracağını zannediyor. Her ikisinin de gayesi ezmek ve çiğnemektir. Bu cehalet ve şaşkınlık değil de nedir? Ne için ruhu kendi kabiliyet ve imkânları içinde canlandırmak istemiyoruz? Bugün insanlık, Müslümanlardan hile ve yumrukla kazanılmış galibiyetler değil, ruh dünyasındaki zaferlerini ebedî fetihler halinde kıyamete kadar devam ettirecek fazilet hareketleri görmek ve örnek hareketlerle yarına ümitle bakmak istiyor.”[20]
[1] Al-i İmran,3/105
[2] Al-i İmran,3/103.
[3] En’am, 6/153
[4] Ferit Devellioğlu, Lügat, s.501
[5] Ferit Devellioğlu, Lügat, s.1268.
[6] TDV, Tefrika maddesi 40/279.
[7] Nisa,4/82.
[8] Mehmet Âkif, Tefsir Yazıları ve Vaazlar, Ankara 2016 s.116.
[9] Âkif, Tefsir Yazıları ve Vaazlar, s.78.
[10] Şurâ,42/13.
[11] Câsiye,45/17; Şurâ,42/14
[12] Rûm,30/32.
[13] Nisa,4/82.
[14] Hûd,11/118
[15]. Nisa,4/43.
[16] Al-i İmran,3/103.
[17] Enfal,8/46.
[18] Al-i İmran,3/103.
[19] Câsiye,45/17; Şurâ,42/14
[20] Emin Işık, Devleti Kuran İrade, İstanbul,1971 s. 27-28