Lutfedilen ömür bizi 21. yüzyılın başlarına kadar getirdi. Demek ki Yaratıcı Kudret bizim bu çağda yaşamamızı ezelî ilminde takdir etmiş. Kim bilir evrensel kıyâmete kadar daha kaç yüzyıl geçecek? Dünyanın son dönemdeki baş döndürücü sosyal, siyasal, ekonomik, teknolojik hızına/seyrine bakılırsa geleceği şimdiden hayal etmek veya edememek bile bize ürkütücü geliyor. Ama biz bu çağda yaşadığımıza göre; geçmişin ve geleceğin hüzün ve korkusu ile meşgul olmak yerine içinde bulunduğumuz “an”ın gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmemiz ve hem kendimiz hem de insanlık için hayata nasıl olumlu değerler katacağımızın gayretini göstermemiz önümüzde zorunlu bir görev olarak durmaktadır.[1] Şüphesiz bu endişeleri duyan binlerce insan her gün yazdıklarıyla, çizdikleriyle, ürettikleriyle insanlığı –Yaratıcı’nın irâdesine uygun olarak– iyiye, güzele, yararlıya sevketmek ve ulaştırmak adına çalışmaktadır.
Sürekli değişen dünyada, insanın insana ulaşmasında kullanılan “dil” de sürekli değişmektedir. Buradaki “dil” ifadesi konuştuğumuz dil anlamında değil; insana ulaşmada, onun zihnine/gönlüne seslenmede kullanacağımız “dil” anlamındadır. Bu noktada her çağın dili farklıdır ve yaşadığı çağa seslenme sevdasında olanların geçmişin dilini bugüne uygulama ve taşıma yerine kendilerine yeni bir dil seçmeleri/bulmaları gerekmektedir. Bu dili yakalayanlar artık yerel/lokal olmaktan çıkmış tüm insanlığa yönelmiş ve “evrensel” olmuşlardır. İnsanlığın ortak mirasında kendi zamanlarının evrensel dilini bir anlamda “süreklilik rûhunu” yakalayanlar sözünü ettiğimiz bu dile hep dikkat çekmişlerdir.
Örneğin Mevlânâ bir şiirinde “Dünle beraber gitti, cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demiştir. Onunla aynı çağda yaşamış Yûnus ise “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” ifadelerini kullanmıştır. Yakın dönemde yaşamış bilge bir siyasetçi olan Roger Garaudy de atalar ocağına sadık kalmanın yolunu/yöntemini, “onların küllerini korumak ve bugüne taşımak değil onların kendi zamanlarındaki ateşi yakmak” olarak göstermiş ve bu ateşi, “bir özgüven, bir fedakârlık, bir adanmışlık, bir hizmet, bir üretkenlik, bir sağlam duruş, bir kardeşi önemseme, birlikte var olma ve aydınlatma ateşi” şeklinde tanımlamıştır. Anlaşılıyor ki Halil Cibran’ın deyişiyle: “Hayat geriye doğru adım atmaz ve dün ile ilgilenmez.”
İlâhî bilginin/vahyin son mesajı olan Kur’ân da bize geçmiş toplumlardan/ümmetlerden söz ederken şu uyarıyı yapmaktadır: “Şimdi o toplumlar geçip gittiler; onların kazandıkları kendilerine yazılacak, sizin kazandıklarınız ise size; ve siz, onların yaptıklarından ötürü yargılanacak değilsiniz.”[2] Âyetten anlaşılıyor ki; bize yazılacak olanlar yalnızca kendi çağımızda kazandıklarımız ve kazanacak olduklarımızdır. Öyleyse bu sorumluluğu yüklenen insanlar olarak “zamanın sesini/dilini” evrensel kılmanın bir yolunu bulmalıyız. İyiye güzele çağrıyı da bu dille yapmaya çalışmalıyız.
Yaşadığımız yüzyılda küçülen dünyadaki egemen güçler insanın nesnel/maddî/nefsî boyutuna ilişkin evrensel –üstelik şartlandırıcı– bir tüketim dili oluşturma başarısını göstermişlerdir. Ne var ki aynı başarı insanın aşkın/mânevî/rûhânî boyutuna seslenme konusunda tekrarlanamamış, bu konuda kendilerine sorumluluk yüklenen çevreler yeni bir “din dili” kurma noktasında geçmişin alışılmış kalıplarından öteye geçememişlerdir. Yalnız bu noktada bir yanlış anlaşılmaya neden olmamak için şunu da ilave edelim ki, yeni bir “din dili” derken kasdettiğimiz, mutlak/değişmez hakîkatin tebliğinde izleyeceğimiz bir metodoloji, başka bir ifadeyle yöntem arayışıdır. Aslında bu yöntem insanın mânevî değişimini/dönüşümünü dikkate alarak tedricî[3] bir süreç izleyen Kur’ân’ın inişi sırasında kendini göstermektedir. Buna rağmen zaman içerisinde önce imandan başlayan ve sonra sırasıyla bu imanı besleyecek/destekleyecek davranışlara[4] ve samimiyete[5] uzanan bu “nebevî çizgi” kırılmaya uğramış veya göz ardı edilmiştir.
Bu kırılma insanın ebedî kurtuluşu için yeterli/asgarî/limit/temel olan imanla Hz. Peygamber’in şahsında kristalleşen zirve/ideal imanın arasını açmış, farkında olmadan –iyi niyetle dahi olsa– Allah’ın sonsuz/sınırsız rahmetinin varlığa yansımasına engel olmuştur. Hiçbir kimsenin tebliğ sürecinde/dilinde, Allah’ın geniş rahmetini sınırlandırmaya/daraltmaya hakkı yoktur.
Kur’ân’ın insanlığa ilk çağrısı “ortak bir kelime”de buluşmaktır. Âyette “kelimetin sevâin”[6] olarak geçen bu kelimenin açılımı şöyle verilir: “Allah’tan başkasına kul olmayalım ve O’na hiçbir şeyi şirk (ortak) koşmayalım ve bir kısmımız, bazılarını, Allah’tan başka Rabler edinmesinler.”[7] Bu açılımın kısaltılmış adı “Tevhid”dir. Buradan anlaşılıyor ki, yeni din dilinin ilk sırasında şirksiz bir Allah’a iman daveti yer almalıdır. Şirk, Kur’ân tarafından “en büyük zulüm”[8] olarak tanımlanır. O zaman buna kıyasla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, en büyük ibadet de şirksiz bir imandır yani yanına ve yerine hiçbir ilâhın konulmadığı “Tek Allah”a bağlanmaktır.
Yeni din dilinin ikinci sırasında yeryüzünde görünen sosyolojik bir gerçeklik/çeşitlilik olsa da “dinler” değil “tek din” çağrısı yer almalıdır. Bu “tek din” yine âyetin ifadesiyle “el-İslâme dînen” yani tek Allah’a teslim olmak anlamında “İslâm”dır.[9] Âyetin tamamı şöyledir: “Bugün dininizi sizin için kemâle erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve Bana teslimiyeti sizin dininiz olarak belirledim.”[10] Âyette kemâle erdirildiği/tamamlandığı söylenen din, özel anlamında müslümanların dini olarak kullanılan “İslâm” terimi değil, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak tevhid inanışının adıdır. Yine tamamlanan bu din sadece yirmi üç yılda Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din değil, onunla ancak tamamlanan iman sürecidir. Anlaşılıyor ki; insanın Allah’a kendini teslim etmesi/İslâm, sahih dînin temeli veya temel ilkesi olarak kabul edilmiştir. Şüphesiz bu teslimiyet, yalnızca Allah’a inanmakta değil, ama aynı zamanda O’nun emirlerine itaat etmekte tam ifadesini bulur.
Yeni din dilinin üçüncü sırasında yer alan çağrı ise “Tek Kitap/Vahy” üzerinden olmalıdır. Yani bozulmamış, tahrif edilmemiş, içine sübjektif düşünceler karıştırılmamış saf/duru/güvenilir ilâhî metin temel alınmalıdır. Bu anlamda elimizde bulunan tek kaynak ise sadece “Kur’ân”dır. Çünkü Kur’ân’dan önceki ilâhî vahyin bilgilerini içeren ve “hayırlı haber” anlamına gelen İncillerin çoğu Hz. Îsâ’dan çok sonra kaleme alınmış[11] ve üstelik onun konuştuğu dil olan Ârâmîce değil Grekçe yazılmışlardır. Sonra Kur’ân, kendinden önceki Tevrat ve İncil’i tasdik ettiği[12] gibi tevhidî inanıştan ayrılan içeriklerini de düzeltmiş ve kendi bünyesinde toplamıştır. Görülüyor ki, insanlığın elinde güvenilir olarak kalmış tek vahiy aynı zamanda son vahiy olan Kur’ân’dır ve bu insanlığın ebedî kurtuluşu için son imkândır.
İşte bütün bunları topladığımızda çağımızda evrensel yeni din dilinin üç yöntemi/çağrısı olarak “Tek Allah, Tek Din ve Tek Kitap” gerçeğini görüyoruz. Bu temel sıralamayı dikkate almayan davet ve gayretlerin de istenilen/beklenen sonucu bize getirmeyeceğini düşünüyoruz. Elbette kurumlaşmış, kalıplaşmış, örgütlenmiş ve kendilerini farklı isimler altında ifade eden inanışların ve temsilcilerin bu yönteme/dile sıcak bakmayacağını kestirmek bir öngörü sayılmaz. Ama zaman içinde insanlığın, çektiği acılar ve ödediği faturalar sonunda mutlaka bu noktaya –geç de olsa– geleceğine tüm kalbimizle inanıyoruz. Din sadece dünyevî hayatı düzenleyen bir argüman değildir. Aslî hedefinde sınırlı bir zamanda, sınırsız bir âhiret hayatının kazanımı da vardır. Bu nedenle yeni din dilinin bu çağrısına âhiret/öte gerçeğinden bakmak, bu dili daha iyi anlamamıza, değerlendirmemize yardım edecektir.
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Âl-i İmrân/104: “Ve belki içinizden iyi ve yararlı olana davet eden, doğru olanı emreden, eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk çıkar; nihaî kurtuluşa erişecek kimseler, işte bunlar olacak.”
[2] Bakara/134, 141: “Tilke ümmetün kad halet, lehâ mâ kesebet ve leküm mâ kesebtüm, ve lâ tüs’elûne ammâ kânû ya’melûne.”
[3] Derece derece, basamak basamak.
[4] Amel, ibadet, eylem.
[5] İhsân.
[6] Âdilâne, dosdoğru, orta yolun ifadesi olan bir söz, adalet ve insaf ölçülerine uygun bir söz.
[7] Âl-i İmrân/64: “Kul yâ ehle’l-kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm ellâ na’büde illallâhe ve lâ nüşrike bihî şey’en ve lâ yettehıze ba’dunâ ba’dan erbâben min dûnillâhi, fe in tevellev fe kûluşhedû bi ennâ müslimûne.”
[8] Lokmân/13: “Ve iz kâle lukmânu li-bnihî ve hüve yaızuhû yâ büneyye lâ tüşrik billâhi, inne’ş-şirke le zulmün azîmün.”
[9] Bu âyet Kur’ân vahyini noktalayan son âyettir ve bu âyetten sonra başka hiçbir buyruk indirilmemiştir.
[10] Mâide/3: “el-Yevme ekmeltü leküm dîneküm ve etmemtü aleyküm ni’metî ve radîtü lekümü’l-islâme dînen.”
[11] 80-140 yılları arasında.
[12] Nisâ/47.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…