Türkiye, Osmanlı’dan sonra çeşitli grup ve partiler arasında bir bölünme yaşamaya başlamıştır. İlk batılılaşma döneminde, Jöntürkler veya yenilikçiler ile muhafazalar olarak bir bölünme yaşadı. Batı sistemini almak isteyenler ile eski Osmanlı sistemi taraflıları, farklı bir gelecek beklentisi ile birbirinden ayrıldı.
Yenilikçiler, devleti kurtarmak düşüncesindeydiler. Halbuki, devlet ayaktaydı ama, devleti batıya benzetmek, onu kurtarmak olarak düşünüldü. Fakat, devlet; eskisinden daha kötü durumlara düştü.
Halk ise, eski istikrarlı ve huzurlu günleri özlüyordu. Avrupalılaşma, bazı devlet adamlarının en büyük hayali idi. Fakat, bu düşüncelerini halkla paylaşıp, onların onayını ve desteğini almayı düşünmediler. Onlara sadece emrettiler ve yeni düzeni düşünce, yaşayış olarak benimsemelerini istediler. Batılı bir düzeni benimsememekle birlikte, sistemde bir yenileşmenin olması gerektiğini düşünün aydınlar da vardı. Halkın, bilmediği ve anlamadığı bir dünyayı benimseyemeyeceği son derece tabii bir durumdu. Fakat, ilk batılılaşma döneminde beri, geleceğini ve varlığını batı medeniyetine bağlayanlar; hiçbir zaman, bu tercihlerinin hatalı olabileceğini düşünmediler. Dolayısıyla, bir hayal dünyası beklentisi içinde batı bilgisini, değerlerini ve yaşayışlarını savunmaya devam ettiler.
Halk ve muhafazakar kesimin psikolojisi:
Yanlış bir çağrışım yapmaması için, eski değer ve sisteme temel düşünce olarak bağlı olanları “muhafazakar” diye adlandırmak, bir metot oldu. Çünkü bu kişileri Müslüman diye adlandırılsa, diğer insanların “biz Müslüman değil miyiz” diye bir tepkileri olmaktadır. Batılılaşmayı temelden uygun bulmayan kesimler, sadece halkın büyük bir kesimi değildi. Münevverler, ilim adamları ve çeşitli gruplardan kişiler, eski sistemin devamını istiyorlardı. Ama bu isteme; eskinin hatalarının giderilmesini de beraberinde taşıyordu. Aslında, modern batı sistemini benimseyenler içinde de, eski sisteme karşı çıkmayan, fakat yeni bir atılımın, o sistemden ayrılmak suretiyle gerçekleşeceğini düşünerek, batılı kanatta yer alanlar bulunuyordu. Dolayısıyla, halkın içinde; kesin bir şekilde “eski ve yeni” kavgası yoktu. Bu durum, sadece okumuş, devlet adamı özelliği bulunan kesimlerde açık bir şekilde görülüyordu. Aslında, eskinin nelerinin muhafaza edileceği, yeni adına batı’dan neyi ve nasıl alınacağı konusunda da net bir görüş yoktu.
Çünkü Batılılaşma, büyük ölçüde dış güçlerin ortaya koyduğu, “batının üstünlüğü ve biricikliği” tezine dayanıyordu. Batı’da ilmi çalışmaların yoğunlaşması ve sanayi hareketinin başlaması, Batı’nın gerçekleştirdiği değişikliklerin doğru olması gibi, insanları şartlandıran bir düşünceyi ortaya koymaktaydı.
İki farklı kültürün, toplumda oluşturduğu ayrılık:
Meşrutiyet dönemi, Türk aydınlarının fikri ve siyasi sistem manasında, birbirlerinden büyük ölçüde ayrı düştüğü bir zaman dilimidir. Jöntürkler ve İttihat Terakki hareketi, tamamen batılı devlet ve düşünce adamlarının oluşturduğu siyasi hareketlerdi. Yöneticilerinin çoğunluğu yabancı kişilerden oluşan ve kuruluş tüzükleri bile, yabancı ülkelerdeki teşkilatlardan alınan bu hareketlerin, Osmanlı toplumuna ne ölçüde faydalı olabileceği tartışmalı bir konuydu. Üstelik bu hareket ve onların yayın organları, Batılı ülkelerde organize oluyor ve çoğunlukla Fransa’da bu devletin siyaseti doğrultusunda faaliyet gösteriyorlardı.
Siyasi hareketler, kendi dönemlerinde; iddia ettikleri bir devlet ve toplum sistemini oluşturamadılar ve ülkeyi, maddi ve manevi alanda çok daha zayıf duruma düşürdüler. Fakat onlar; özellikle eğitim ve kültür hayatımıza, batı’nın düşünce, anlayış ve edebiyatını bütünüyle yerleştirmeyi başararak, düşünce ve sanat alanında, yerli ve kültürümüze ait kaynaklarla olan bağlantıyı kestiler.
Sonuç olarak, toplumda; resmi kurumların eliyle ve gücüyle eleştirisiz bir batılılaşma hamlesi başladı. Yaklaşık 70 yıl, Türkiye devletinin kurumları ve eğitim sistemi, batıyı yücelten ve batılı mantık ile hayata bakan nesiller yetiştirdi. Üstelik, kendi inanç, değer ve kültürümüzle herhangi bir bağlantı kurulmadan bu yapıldı. Fakat sonuçta; ne kendi kimliğini gereğince bilen ve anlayan, ne de, batı’yı objektif bir şekilde bilen ve uygulayan bir yapı meydana geldi.
Günümüzde, özellikle entelektüel ve siyasi alanda varlığını sürdüren bu “ne pahasına olursa olsun batılı olma” tutkusu, bu kitlenin toplumla sağlıklı bir bağlantı kurmasını engellemiştir. Bu durum, batılılaşmanın; toplum için değil, kişilerin şahsi beklentilerinin bir sonucu olduğunu gösteriyor.
Yabancı bilgi, yaşayış ve sistemi; kendi medeniyet ve kültür sistemine karşı, kolaylıkla tercih eden bu kitlenin, kültürüne ve geleneğine bağlı kitle ile bir uzlaşma ve kaynaşma sağlayamadıkça, toplumun sağlıklı bir bütünleşme sağlaması mümkün değildir. Özellikle, aydın kesimin; bu “kör döğüşü”nü bir kenara bırakarak, toplumla barışıp, ısrarlı ve faydasız batılılaşma hayali ve tutkusundan uzaklaşması ve kendi gerçekleri ile yüzleşmesi gerekiyor.
Prof. Dr. Sami Şener
Tespitiniz yerinde,resim anlaşılır pozda.Lakin iç barış ve ortak payda nasil bulunacak? Yerli düşünce taraftarlarının ic dinamik ve entelektüel birikimi cok zayıf.Özellikle de kemiyet noktasında belirli bir sayı var,keyfiyet noktasında hala yetersizlik söz konusu.Bu fark nasil kapanacak.20 yıldır elle tutulur bir gelişme olmadı.kör topal olanlarda yıkıldı.Egitimi aşmadan,hala söz sahibi olmamız zor geliyor bana.Saygilar ve başarılar hocam.