Yaklaşık ikiyüz yıldır, Batı’nın önümüze koyduğu fikir, kavram ve metotlarla şuursuzca boğuşuyor ve çok ciddi mana ve zaman kayıplarıyla enerjimiz kayboluyor. Bu durumu, bizler de çok zaman sonra anladık. İçimizdeki birkaç fikir adamı ve İslam dünyasından takip ettiğimiz bazı araştırmacı ve ilim adamları, bize bilgi kaynağımızın temeli olarak İslam’ı gerçek bir şekilde anlattıkları zaman anlayabildik. Çünkü bilgimiz, batı’nın ve batıyı körü körüne takip eden ilim ve siyaset adamlarının etrafımıza çektiği tek boyutlu “çit” ile çevrilmişti.
Belirli bir zaman, bize terse ve yabancı gelen bilgi, söylem ve metotların rahatsızlığını hissettik. Ama, bu yanlışın neden kaynaklandığını ve sebeplerini bilemedik. Ama, Milli Eğitimin bize sunduğu bilgilerin dışına çıkınca, daha mantıklı ve sebep-sonuç ilişkili gerçekleri görmeye başladık.
Sahip olduğumuz bu bilgileri etrafımıza anlattığımızda, tepkiyle karşılaştık. Öğretmenler ve Öğretim Üyelerinden daha iyi biliyorsunuz diye arkadaşlarımız tarafından alaya alındık. Ama, bu arkadaşlarımız; bilginin yaşla ilgisi olmadığın, araştırma ve gerçekleri ortaya koyma ile ilgili olduğunu belki de çok sonra anlayacaklardı.
Bu uzun ve mücadele ile dolu gerçeği arama çalışmalarımız sürmesine rağmen, hala kendi bilgi ve görüşlerimizi ortaya koyarken, bu asırlık taklitçi ve ezberci eğitimin yetiştirdiği, basit ve gereksiz film ve hikayelerle uyuşturulan dimağlar, meseleyi akıl ve gerçeklerin ışığında incelemekten çekinip, kendileri öğretilen “ezber”ler ile meselelere bakmaya devam ediyorlar.
Toplumsal cinsiyet, günümüzde batı kaynaklı yeni ve tehlikeli bir kavram. Bu kavramın gerçekleştiği medeniyet, batı medeniyeti ve ortaya çıkardığı problemler de bu medeniyet kelimesine layık olmayan ruhi ve ahlak bir hastalığın yaydığı mikroptur.
Her toplum, kendi iç bünyesinde bazı problemler yaşar ve bunlara yönelik bazı çözümler üretir. Hastalığın sebebi de, çözüm yolunun şekli ve karakteri de o toplumun kendi fikir, ruh ve ahlak sistemi ile açıklanabilir.
Mesela bir batılı için, toplumsal veya askeri bir görevi yerine getiremeyen Japon insanının kendi kendini yok etmesi anormal ve akılsızca bir tutumdur. Ama, Japon insanı kendi toplumsal değerleri bakımından, önemli bir suç veya başarısızlığı ancak bu şekilde telafi eder. Bu davranış, japon toplumu için doğru ve gereklidir.
Toplumsal cinsiyet, Batı’da ve doğu’nun bazı toplumlarında kadının cinsiyet objesi ve hatta, aşağılık ve kötülük saçan bir varlık görülmesiyle başlayan, insan dışı ve insan haklarına uymayan bir anlayışın sonucu olarak, kadına hakkını verme ve erkeği bir anlamda cezalandırma gibi iki farklı amacı olan bir sosyal harekettir.
Fakat konu, kadının saygınlığı ve hakkı kavramını aşarak, iki cins ve hatta aynı cins arasında her türlü cinsi münasebeti doğru ve gerekli gören, sapık bir noktaya ulaşmıştır. Dolasıyla, görünürde kadına değer veren bir hareket değil, tüm toplumsal değerleri yok etmeye yönelik sinsi bir plandır.
Aslında bu planın temelinde kendi ülkesinde aileyi yok eden ve böylece insanı maddenin ve menfaatin esiri haline getirerek, her türlü ideolojik ve siyasi baskı mekanizmalarına kurban eden insanın insanlığını ortaya kaldırma hedefi vardır. Batı’da Faşizm, Kapitalizm, Marksizm gibi bütün ideolojiler; dini, ahlakı ve aileyi ideolojilerin birer aracı ve kullandığı birer insan üretme merkezi görmektedirler. Bu yüzden Aile, özellikle batı’da sembolik bir kurum olarak kalmış ve ailenin endüstriye, devlete ve tüketim endüstrisine kurban edilen ve sadece adı kalan bir kurum olduğunu belirtmek gerekiyor.
Aslında ailenin kutsallığı ve gerekliliği bütün dinler ve ahlak sistemleri tarafından asırlarca dile getirilmişken, bazı sapık ve kendini kaybetmiş hastalıklı kitlelerin istek ve talepleriyle endirek olarak ortadan kaldırılması, bundan başka bir metot ve yol ile olamazdı.
İşin tuhaf tarafı, dindan ve manevi değerlere saygılı olduğunu söyleyen bir iktidar döneminde “İstanbul Sözleşmesi” adıyla ortaya konulan ve dini, ahlaki ve milli tüm değer ve sosyolojik gerçeklere aykırı olan bazı kararların bu ülkede rahatça çıkarılmasıdır.
Aile bakanlığı kurulurken, ailenin güçleneceği ve ahlaki, manevi ve kültürel yönden destekleneceği umudundaydık. Fakat gördük ki, bir grup Feminist, Aile bakanlığının tüm çalışmaların bu ülkenin ailelerini zayıflatıp, yok etmeye kadar götürecek kararları almaktadır. Bu durum, onlarda Aile İl Müdürlerinin ağzından dinlediğim bir gerçektir.
Evet, artık bu toplum; kendine yöneltilen politikaları, bütün gerçeğiyle görüp, onların niteliğine göre evet veya hayır demek durumundadır. Demokrasi, demokrasi diyerek; bir grup, milletvekilinin nereden geldiği belli olmayan emirlere, vekilliği kaybetmemek için “evet” dediği bir sisteme geçmiş olduğumuzu hayretle görmekteyiz.
Artık; siyasiler, bakanlar ve hatta cumhurbaşkanı, cumhur’la ve onun ilmi otoriteleriyle istişare etmeden birtakım kararları bilerek veya bilmeyerek onaylama tavrından vazgeçmelidir. Ayrıca, bu konuları istişare ettiği kişileri ve aldığı kararları da halka sunmadan önemli kararları vermemelidir. Aksi halde, halkın görüşlerinin hakim olmadığı bir düzende oldmadığımız anlaşılır.
Eğer, devlet ve hükümet; halk için varsa, bunun ilk göstergesi “İstanbul Sözleşmesi” denilen anlaşmanın iptal edilmesidir.
Prof. Dr. Sami ŞENER
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi
Ağzına sağlık hocam artık Türkiyede aile birliğinin önemi ni anlatmak en ömemli konulardan biri haline gelmiştir .