Tarım toplumunun sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yapısının, sosyolojik tanımıyla “cemaatçi toplum” modeline, sanayi ve bilgi toplumlarının sosyo-ekonomik, sosyo-politik yapısının ise “cemiyetçi toplum” modeline dayandığı; ekonomik, dinî ve siyasî alanlardaki yönetim biçimlerinin, kültür ve medeniyetlerin de bu yapıya uygun olarak şekillendirildiği görülüyor. Bilişim toplumunun toplum yapısının nasıl bir şekil alacağı ise henüz bilinmiyor.
Tarım toplumunda, toplum yapısı piramit şeklinde oluşturulmuştur. Dolayısıyla bu sosyal yapıda tepede karizmatik ve otoriter bir lider; onun altında ise bu lidere “itaat” kültürüyle bağlılığı sağlanan toplum, halk bulunur. Liderin mutlak hâkim olduğu veya hâkimiyetin liderde olduğu bu yapı da, toplumun kayda değer bir söz hakkı yoktur. Zira. despotizmin, formelliğin, irrasyonelliğin, duygusallığın etkin, kişilerin de önemli olduğu bu yapıda, her şey karizmatik ve otoriter liderin bilgi ve becerisine bağlıdır, dolayısıyla da liderin duygu ve düşünceleri doğruluğun ve gerçekliğin ölçütü olarak algılanır.
Etkinliğini yıllarca devam ettiren bu sosyal yapı, ailede pederşahiliği, ekonomide feodal yapıyı yani ağalık sistemini; dinde tarikatlaşmayı ve cemaatleşmeyi, siyasette ise krallığı ortaya çıkartmıştır. Nitekim bu sosyal yapının hâkim olduğu dönemlerde yönetim biçimi hep krallık olmuş ve toplumlar krallar tarafından yönetilmiştir. Kral şayet iyi ise, onun yönetimi de iyi; kötü ise yönetimi de kötü olmuştur.
Ne zaman ki sanayi devrimi gerçekleşmiş ve bu devrim ile birlikte Batı, teoride de olsa cemaatçi toplum yapısından sıyrılarak bir ölçüde objektifliğin, rasyonelliğin ve demokrasinin, diğer bir ifade ile ilke ve kuralların egemen olduğu bir sosyal yapıyı/cemiyetçi toplum yapısını ortaya çıkartmış ve kendi medeniyetini bu yapıya bağlı değerlere dayandırmış, fakat bu değerleri uygulamada yeterince başarılı olamamıştır. Buna rağmen Batının, asimilasyon ve eliminasyon yöntemleriyle kitleleri sömüren gücüne, finansal kapitalizmin gücünün de eklenmesiyle bu sosyal yapı, diğer toplumları etkilemekten de geri durmamıştır.
Bu yapıdan etkilenenlerin başında İslam toplumlarının gelmesi ise tesadüfî değildir. Zira Batı medeniyeti, ilim ve teknolojiye; İslam medeniyeti ise “Allah rızası için insana ve bütün canlılara hizmet” anlayışına dayanmaktaydı, dolayısıyla Müslümanlar, bilim ve teknolojide Batı ile yarışacak durumda değildi. Nitekim İslam’ın erken dönemlerinden itibaren “anlam” arayışları içinde olan Müslümanlar, yoğunluklu olarak da bu vadide eserler vermişlerdir. Orta dönemde ise buna bir de “hakikat” arayışını ilave etmişler, özellikle de şeriat, tarikat, hakikat söylemlerine yer veren eserlere daha fazla önem vermişler, insanlara hizmeti merkeze alan eylemlerde bulunmuşlardır.
Anlam ve hakikat arayışlarının önemli ve etkin olduğu bu devirlerde, ilim adamlarına da gereken önem ve değer verilmiş ve itibarları zedelenmemiştir. Nitekim İbn Sina’ın, “İlim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder” vecizesi bunu ifade etmektedir. Çünkü o, ilim ve sanatın, ancak ilim adamalarına itibar kazandıran kültür ortamlarında ve düşünce hürriyetin bulunduğu mekânlarda neşvünema bulduğunu, dolayısıyla toplumların buna bağlı olarak ilerlediğini ve geliştiğini; bilim ve sanatın takdir edilmediği dönemlerde ise toplumlarda bir çöküşün başladığını bilmekteydi. Toplumdaki genel kanaat de buna yatkındı. Fakat Batı’da sanayi devrimi ve buna bağlı olarak finansal Kapitalizmin gelişmesi, İslam toplumlarında bir zihniyet değişime sebep olmuş; tıpkı Batı’da olduğu gibi gücü temsil eden para, Müslümanlarda da amaç değer haline gelmiş; böylece Nasrettin Hoca’nın “Ye kürküm ye hikâyesi”, yaşanan gerçekliğe dönüşmüştür.
Bir insan, para ve makam sahibi ise itibar görmüş, para ve makam sahibi değilse itibar görmemiştir. Bilgi ise hem bir değer hem de bir güç olmasına rağmen, toplum nazarında insanı kariyer sahibi yaptığı ölçüde bir değer ifade edebilmiştir. Güce ve makama ulaştırmayan bir bilgiye fazla önem ve değer de atfedilmemiştir. Nitekim günümüzde herkes,-bilgisayar ve cep telefonu sayesinde- her şeyi bildiği (! ?) için ilmin ve ilim adamlarının değeri ve itibarı yok denecek kadar azalmış; buna karşılık “güç”, olması gerekenden daha fazla itibar ve değer kazanmıştır. Bu nedenle “güce” sahip olmak isteyenler, anlamı ve hakikati aramaya devam etme veya çağın ihtiyaçlarına çözüm olacak anlam ve yöntem arayışlarını gündeme taşıma yerine; paraya, makama veya her ikisine birden sahip olma yarışına girmişlerdir. Toplum da bunlara kavuşanları “başarılı”, kavuşamayanları ise “başarısız” saymış ve başarılı olmak için her yolu denemeyi mubah sayan anlayışa da kapı aralamıştır.
Kandırmak ve aldatmak açıkgözlülük sayılmış, kurnazlık takdirle ödüllendirilmiştir. Böylece doğruluk, dürüstlük, adalet, sadakat, emek ve çaba, büyük oranda değer olma niteliği yitirmiş, inanılan gerçeklik ile yaşanan gerçeklik farklılaştığı için birbiriyle çatışır hale gelmiştir. Dolayısıyla inanılan gerçeklikle, yaşanan gerçeklik arasında sıkışan Müslüman, ne yapacağını ve nasıl davranacağını kestirememiştir.
Neticede İslam toplumu şöyle bir fotoğrafla karşılaştı ve onunla yüzleşti. Buna göre kimi Müslüman, inanılan gerçekliği, kimi Müslüman yaşanılan gerçekliği tercih etti; kimi Müslüman da ikisi arasında bir uzlaşma yolu aradı. Fakat ortak bir kanaate varılamadı. Her grup, sahip olduğu din anlayışına göre din eğitimi ve öğretimi vermeye devam etti. Dolayısıyla herkes, kendi düşüncesini, anlayışını ve davranışını doğru, diğerlerininkini yanlış buldu. Diğer görüş ve düşüncelerde de bir doğruluk payının bulunup bulunmadığına bakmadı ve buna da ihtiyaç duymadı. Mutlak anlamda bilimi ve bilim adamlarını takdir etme yerine, kendi bilim adamlarını takdir etme çabası içinde oldu. Bununla da yetinilmedi, her grup, kendini övmeye ve yüceltmeye; diğer grupları ve bilim adamlarını ise dışlayarak itibarsızlaştırmaya, hatta “tekfir” etmeye çalıştı. “İhvan” sözü, bütün mü’minleri kapsadığı hâlde, sadece kendi grup aidiyetinde olanlara söylenir oldu. Dolayısıyla Kapitalist sistem tarafından üretilen ve Müslümanları derinden etkileyen sorunları çözmek için bilimsel bir anlayış ve yöntem geliştirilemedi. Bu nedenle Müslüman, gelenekçilik ile geleneksizlik, entegrizm ile modernizm arasında sıkışıp kaldı. Genelde bir zihniyet değişimi olmadığı için de bu sorunlara doğru ve yapıcı çözümler bulunamadı. Böyle bir atmosferde çözüm bulunması zor görülüyor ve bu zorluk nasıl aşılır, o da bilinmiyor. Buna rağmen insanlar, farkında olsun veya olmasın, beğensin veya beğenmesin toplumdaki mevcut sosyal yapıların kıskacında yaşamaya devam ediyor.
Prof. Dr. Celal Kırca