Yeni Şafak yazarı Selçukhan Türkyılmaz’ın kaleme aldığı “Türk aydını Batı’nın ihanetini kaldıramadı” yazısını siz değerli okuyuculara sunuyoruz…
Epeyce bir zamandır İslamcılıkla ilgili tartışmalar çok dar bir alanda ve dil hassasiyetinin ötesine geçmeyen bir içerik üzerinden yapılmaktadır. Bunun bir sonucu olarak örneğin “siyasal İslam” gibi aslında bağlamı tam olarak tespit edildiğinde oldukça farklı sonuçlara ulaşılacak kavramlar, gündelik polemikler içinde değerini kaybediyor. “Dil hassasiyeti” ise birbirinden oldukça farklı kesimleri “skolastik” bir tutumda birleştirebiliyor. Kavramın hem kendisinden hem de eklerinden hareketle dilbilimsel bir karşıtlık oluşturulduğu herkesin malumudur. Skolastik, geçen yüzyılda en çok kullanılan kavramlardan biriydi ve muhatabı diz üstünde çöktürmeye yarardı. Ama bu sefer farklı kesimler kavramın gösterdiği davranışta birleşiyor.
İslamcılık kavramına karşı sergilenen bu olumsuz yaklaşım, diğer ideolojilerden de esirgenmiyor. Genel olarak bütün ideolojilere karşı olumsuz bir tutum takınılmaktadır. Bunun sebeplerini tam olarak belirlemek çok güçtür fakat grupların ve kişilerin, kendilerini fikrî bakımdan kalıplaşmış ifadelere gönüllü olarak hapsettiğini söyleyebiliriz. Aynı şekilde sol yumrukların havaya kaldırılması gibi şeklî göstergelerle sınırlandırılmış davranış ortaklığında karar kılındığını da görebiliriz. Bu durum tam aksi istikamette konumlanan ideolojik gruplar için de geçerlidir.
Hem ideolojilere karşı olumsuz bir tutumdan hem de ideolojilerin kendi içinde yenilenememe sorunundan bahsediyoruz. Kanaatimce ideolojiler ve ideolojik gruplar böyle bir sürece 1990’larda girdi. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri İslam coğrafyasında yeni bir işgal ve istila dönemini başlattıktan sonra gelişen hadiseleri entelektüel olarak aşmak mümkün olmadı. Aslında 1990’ların hemen başında bizim açımızdan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzen yıkılmıştı. Sovyetlerin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan Doğu ve Batı dengesi bütün bir yüzyıla damgasını vurmuş, bize özgü bir zihniyet dünyasını ortaya çıkarmıştı. Bu düzen içinde yetmiş yıl geçirdik ve birdenbire alıştığımız sistem yıkıldı. Bunun sonunda, tabiri caizse, entelektüel olarak açıkta kaldık. Çok daha ileri bir cümle kurmak istersek Batı, alışılan entelektüel düzeni yıkarak Türk aydınına ihanet etmişti. Türk aydını, Batı’nın bu ihanetini hâlâ kaldırabilmiş değildir.
Türk aydını iyi ve güzel olan ne varsa hepsini Batı’ya yüklemişti. Bu, genel bir tutumdu. İlericilik ve gericilik kavramlarını hatırlamak bile kâfidir. Hâlbuki bu türden karşıtlıklar 19. yüzyıl kolonyalizminin ideolojik yansımasıydı. Medenîlik ve gayr-i medenilik, 20. yüzyılda daha dar ölçeklerde yeniden hayat bulmuştu. Doğu’ya uygarlık götürmekle kırsala uygarlık götürmek arasında hiçbir fark yoktu. Uygarlığın kaynağına ulaşmış olmanın ayrıcalığını sahiplenmek ise oldukça avantajlı bir durum oluşturuyordu. Bunu meşrulaştırmakta da sorun yaşamıyorlardı. Prens Charles’ın Müslüman olduğuna dair birtakım “gizli bilgileri” açık ettiğinizde hem kendi konumunuza meşruluk kazandırıyordunuz hem de fikrî olarak medenîlerle birlikte olmanın avantajını sahipleniyordunuz. “Ortadoğu bataklığı” kavramı iyi ve güzel olanla kötü ve çirkin olan arasındaki zıtlığı göstermek açısından oldukça kullanışlıydı. Fakat bu mutlu dönemin de bir sonu vardı. 1990’lar bu açıdan oldukça önemlidir. Batı, İslam coğrafyasını ve çok daha genel anlamda neredeyse bütün dünyayı yeniden tehdit edince tanımlanmış bir dünyanın sonu gelmiş oldu. Yıkılan, Türk aydınının bildiği ve içinde yaşamaya alıştığı bir dünyaydı.
Türk aydının bu tutumun tam aksine olmak üzere Batı’da özellikle de Ukrayna Savaşı’ndan sonra yeni bir tanımlama arayışından bahsedebiliriz. Bu savaşı Anglo Saksonların tahrik ettiği konusunda ortak bir kanaat oluşmuştur. Bu açıdan Doğu ve Batı arasında oluşturulmak istenilen yeni hattın jeopolitiğin dönüşüne işaret ettiği de söylendi. Bu, doğru bir yorumdu. Fakat bunun ötesinde Ukrayna Savaşı’nın Batı kavramının ya da Batılı değerlerin yani ideolojinin yeniden tanımlanmasına imkân vermiştir. Yani bu savaşı bir imkâna dönüştürdüler. Bu da 1990’lardan sonra ikinci bir döneme işaret eder.
1990’ların başında Batı, İslam coğrafyasını işgal ve istila ettiğinde Türk aydını gelişmeleri görmedi ve kendini gerçek anlamda tarihin dışına itti. İdeolojik yenilenmenin mümkün olamaması bu sebeptendir. Bu dönemi laik anti-laik karşıtlığı içinde anlamak da mümkün değildir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Muhafazakâr devrimcilik” kavramı karşıtlığın nerede aranması gerektiği sorusuna bir cevaptır.