Son 30 yılda birçok Türk Dünyası Şair ve Yazarlar toplantılarına katılma şansımız oldu. Hemen hepsinde, diğer Türk Devletlerinden gelen dostlarımızla ana problemimiz dilde anlaşma sıkıntılarından söz ederek buna çözüm yolları üzerinde duruldu.
Orta Asya Türk Devletleri görünürde Türkçe konuştuklarına inanıyorlardı, ancak, o Türkçeyi anlama yeteneğimiz mi yoktu bilemiyorum, ciddi şekilde sıkıntı çektik. Bu problemin farkında olan önemli Kardeş ülke Azerbaycan yazarlarından Bahtiyar Vahapzade 23/25 Ekim 1992’de “I. Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı”nda çok önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşma yetmiş yıllık hüsranın bir nevi iç sızısıydı. Özet olarak şöyle diyordu Vahapzade:
“Biz daha önceleri Sovyetlerde görüşüyorduk. Yani Türkmen, Kazak, Tatar, Azeri, Özbek, Başkurt ve Türk Dili halklarının evlatları, yazarları Moskova’da yazarlar kurultayında görüşürdük. Ve Rus dilinde danışırdık. Şimdi burada; Türkiye‘de bir araya geldik. Bunun için bize bir ortak dil lazımdır. Ortak yazı dilinde yer alabilmek için ortak Alfabe lazımdır. Biz 1939 yılına kadar Latin alfabesiyle yazıyorduk, ne yazık ki, o tarihte bu alfabeyi bizim elimizden aldılar. Bu Rus darbesinin altında biz çok şeyler çektik. Bizim dilimizi, bizim servetimizi, maddi servetimizi ve manevi servetimizi alıp götürdüler. Manevi servetimizi mahfeyledirler. Ana topraklarımızda biz ana dilimizle konuşamadık. Ancak buna rağmen, kendi kökümüzden kopmadık. Şimdi benim bir teklifim var. Birincisi ortak dile gelmeliyiz. Yüzümüzü niçin Batı’ya dönüyoruz. Yüzümüzü kendimize döndürmemiz lazım!” (1)
Vahapzade’nin konuşması hayli uzundu, ilgiyle dinlendi ve konuşmasından sonra bir araya geldiğimizde, kendisine sormadan edemedim:
“Üstat, siz yüzümüzü kendimize döndürmeliyiz’ derken, Türkiye’yi kastettiniz sanırım, ne dersiniz bu konuda?”
“Elbette niye Batı’ya bakacağım? Biz Rusya’dan kopup gelmiş taşkın bir ırmak gibiyiz. Bizim yönümüz Türkiye olacaktır. Dilimizi İstanbul Lehçesine dönüştürmemiz lazım. Eserlerimizi Türkçe yazmalıyız. 70 yıllık esaretin izinden ancak böyle sıyrılabiliriz. Biz, ancak bu yolla gelişebiliriz!”
Bahtiyar Vahapzade’nin Türk Cumhuriyetlerinin ortak dili olarak gündeme getirdiği meselenin, arka planındaki sosyal şizofreniye işaret vardı. Onu da o günkü toplantıda söz alan Tataristan Yazacılar Birliği Başkanı, Rinad Muhammedi, çok enteresan bir diyalogdan söz ederek dile getirdi:
“Bizim birinci defa Türkiye’ye gelen arkadaşımız GarifAhunov’du. “Bu Türkiye’de medeniyet görünüyor”, dedi. Ben şaşırıp kaldım. Çünkü ben Türkiye’yi çok merak ediyordum. ‘Niçin’ dedim? “Çünkü Türkiye Rusça konuşmuyor”, dedi.”
Dil baskısının sosyal hafızada nasıl bir tedirginlik yarattığının tipik bir cevabıdır bu. Rinad Muhammedi’nin dile getirdiği bu küçük diyalog, toplumun ruhundaki travmanın dışa vuran tepkisinin ifadesiydi. Kongrede konuşmasını yaparken bu iç sızısını daha açık ifadelerle nakletti:
“Biz, yetmiş yıl boyunca medeniyeti Rusça öğrendik ve Rusça konuşmayı medeniyet zannettik. Ama bunun aslı böyle değilmiş. On beş senede Alfabesi iki defa değiştirilmiş halk şaşırıp kaldı. O, cahil kalmadı, cahil bırakıldı. Çünkü Alfabe ile tarih gitti, manevi miras gitti, din gitti, Türklük gitti. Yoksa bu halk İsmail Gaspıralı’yı yetiştiren halk değil miydi? Yoksa bu halk Yusuf Akçuralı’ı, Sadri Maksudi Arsal’ı yetiştiren halk değil miydi? Reşit Rahmeti Arat ve diğerleri Türkiye’ye gelip burada okudular, yazdılar. Türkiye’de Türk halkına hizmet ettiler. Çünkü onlar Tataristan’da Tatar dilinde yazamıyorlardı.” (2)
Rinhad Muhammedi, iki yıl sonraki ikinci kurultayda ise, Tataristan halkının dil ve alfabe Birliğine geçme yolunda önemli adımlar attığından söz etti.
Bu ilk kurultaydan iki yıl sonra, yine Türkiye’de 2. Kurultay düzenlendi ve burada da Kırgız Edebiyatçı Cengiz Aytmatov Bahtiyar Vahapzade’yi destekler mahiyette önemli ifadeleri kullandı: Vakit kaybetmeden ‘Anadolu Türkcesi’ne geçilmesi konusunda ısrarla görüş beyan ederek şunları söyledi:
“Edebiyat zamanımızın aynasıdır, göstergesidir. Edebiyat zamanımızın büyük düşüncesi, felsefesi tarihi ve bir büyük cereyandır. Kısaca söylenecek olursak, edebiyatınız nasılsa siz de öylesiniz. Ben bu nedenle bu edebiyat problemleriyle birlikte tarihi olayları da gündeme getirmek istiyorum. Biz dün yakın zamanda Sovyet İmparatorluğunun esaretinden yeni kurtulmuş bir edebiyatı temsil ediyoruz. Türkiye’de Başkent Ankara’da bir araya gelmemiz çok tabii bir iştir. Dinimiz, dilimiz, tarihimiz, kültürel değerlerimiz bir kaynaktandır. Ben umuyorum ki, bizim kitaplarımız bizim ana lehçemizden Türkiye Türkçesine çevrilmelidir. Sonra da tüm dünyaya dağılmalı. Bizim halklarımızın uzun yıllar birbirinden ayrı kaldı. Şimdi ise bir araya gelip ortak bir dil oluşturalım.” (3)
Aytmatov, önce Kırgızca, sonra bu metinleri Rusça’ya çevirerek yayınladığını söyler. Burada çok önemli bir gizli zorunluluktan söz edilmektedir. Şimdi de ‘Bizim kitaplarımız Türkiye Türkçesine çevrilmeli sonra da tüm dünyaya dağılmalıdır’ der. Niye Kırgızca’dan tüm dünyaya açılamıyor? Çünkü Dünyada Kırgızca’yı edebiyat dili olarak gören dil uzmanı yok denecek kadar azdır. Diller gelişmiş kanalları sever ve kullanırlar. Bunun içindir ki, önce Rusça, sonra Türkçe demektedir. Bu anlayış, Orta Asya Türklerinin tamamı için geçerlidir. Bakınız bir fikir vermesi bakımından Cengiz Aytmatov’un sadece eserlerinden bazılarının adını vererek, Kırgızca’nın Türkçe içerisindeki yalnızlığını göstermiş olabiliriz:
‘Bet Betme (Yüz yüze)’; ‘Camıyla (Cemile)’ ; ‘Toolar Cana Taalar Bayanı (Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler)’ ; ‘SamançınınÇolu (Toprak Ana)’; ‘Kızıl Alma (Al Elma)’; ‘CanıbarımGülsarı (Elveda Gülsarı)’; ‘Svidanie s Sinom (Oğulla Buluşma)’; ‘Ak Kemi (Beyaz Gemi)’ ‘Deniz BoylopCortkon Ala Döpöt (Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek)’; ‘Atadan KalganTuyak (Askerin Oğlu)’ (4)
Kendisine; ”Bu eserlerle Türk ve Dünya edebiyatında yer almayı düşünebiliyor musunuz?” diye sorduğumda çok net bir cevap verdi;
“Bunun için Türkiye Türkçesi’ni bütün Orta Asya’daki Türk ülkelerinin benimsemesini ve kullanmasını istiyorum. Türkçe’nin dil zenginliğiyle bizler çok daha etkili eserler üretebiliriz.”
Cengiz Aytmatov, önce Kırgızca’yla eserlerini yazmaya başlamış, sonra bunu Rusça’ya çevirmiş. Daha sonraki yıllarda ise Rusça yazarak Kırgızca’ya çevirme yoluna gitmiştir. Bunun iki dilli bir yazar olmasının yanında getirdiği bir dar alana hapsolma problemine dönüşmesinden kurtulmak için bu defa, Anadolu Türkçesi’nin geçerli bir dil olduğu görüşünü benimsemiştir.
Yine Kırgız Üniversitesi’nden Prof. Dr. SalicanCigitov, bir akademisyen olarak hemşerisi Aytmatov’un görülerine destek vererek şöyle demektedir:
“Benim inancıma göre Türk halklarının ortak konuşma dili olarak Türkiye Türkçesi’nin alınması gerekir. Birincisi; bu lehçe 60 Milyon (bugün 85 Milyon) Türkün yani çoğunluğunu ana dilidir. İkincisi; bu lehçe, ekonomi, ilim-bilim, kültür bakımından ilerleyen Türk memleketlerinin bölgesel süper-devletin resmi dilidir. Üçüncüsü; Türkiye Türkçesi, enformasyon imkânı, gramer yapısı, söz hazinesi, üslubu bakımından gelişen yeniden yazı dili olarak gelişmeye başlayan diğer Türk dilleri için örnek olacak bir edebi dildir.” (5)
Niye Türkiye Türkçesi? Buna İstanbul Türkçesi de diyebiliriz! Çünkü dilimiz, bu alanda çok büyük gelişmeler göstermiş ve şu anda 570 binin üzerinde konuşulup kullanılan kelime kapasitesine ulaşmıştır. Türk Dil Kurumu basıma hazırladığı 4 bin sayfalık sözlükte 570 bin723 kelimeyi Türk Dünyasının dikkatine sunacak.
Böyle bir zenginliği Türk dünyasının paylaşması, gelişmenin önündeki engellerin büyük ölçüde aşılması anlamına gelmektedir. Türk Dil Kurumu kaynaklarının açıklamasına göre; bu sözlükte, günümüz Türkçesine ait 117 bin kelimenin yanında; bilim ve sanat terimlerinden 188. 866, Türkiye Türkçesi Ağızlarında; 217.736, Yer Adlarında; 37.424, Şahıs Adlarında ise 9.697 kelime yer almaktadır.(6)
Türk Dünyası bu zenginliğin kapısından içeri girmelidir. Hatta bizde belki de fosil kelime haline dönüşmüş, ancak Türk Dünyasında kullanılan sayısız kelime de olabilir. Onların da dilimize kazandırılması için ortak katkıları da düşünülmelidir.
Sonra bakınız, bir önemli ayrıntı daha vardır: Bu konuda Bilim Adamı Kemal Karpat sadece Rusya’da değil, Amerika ve Avrupa’da da Bu Türk topluluklarının birbirleriyle bağının olmadığı yönünde devlet destekli faaliyetlerin yürütüldüğünü anlatır: “Sovyetlerin de desteği ile Amerika’da ve Avrupa’da çok etkin bir kuruluş vardı. Bu kuruluş, Türk lehçelerinin birbirinden ayrı müstakil bir dil olduklarını ve halkların birbiriyle fazla ilgili olmadıklarını savunuyordu.” (7)
Bu, kültür emperyalizminin böl parçala stratejisine dayalı nasıl uluslararası bir boyut kazandığının tipik bir örneğidir. Avrupa ülkelerinin Rusya ile ne ilgisi var diye düşünebiliriz, ama din bağı onları bir araya getiren en önemli faktörlerden birisidir. Bunun içindir ki, Sovyet Rusya, sadece dilleriyle ve soylarıyla ayrı milletler olduğunu telkiniyle yetinmemiş, yetmiş yıl boyunca dinsizliği din haline getirmiş ve okullarda eğitimi bu yönde yapmıştır. Bu emperyalist olayın bir başka boyutu da; Türk Dünyası’nın bütünleşmesine duvar örmek için yapılmış bir müşterek ideolojik zorbalıktır. Güçlü, bütünleşmiş, kendi içinde sorunlarını halletmiş bir Türk Dünyası, onlarda Osmanlı korkusunu beslemektedir. “Türk Devletleri Teşkilatı”na mensup insanlarımızın bu sosyo psikolojik realiteyi iyi okumaları gerektiğini düşünüyoruz.
Din ve dil, bir toplumun ana belirleyici unsurlarıdır. Bunun sosyal muhayyilede yer edişi, milli kimlik sahibi olmayı getirir.
Konuyu Türk Devletleri Teşkilatının dışına da taşımamız gerekir. Bugün birçok Türk topluluğu, özerk bölge olarak Rus Federasyonu içerisinde yer almaktadır. Burada Rusya’ya bağımlılık döneminin manevi tahribatını yukarıda o topraklarda yaşayanlar anlattılar. Aynı sızıyı duyanlara karşı da bir ortak duyarlılık hareketi gerekmektedir. Doğu Türkistan başta olmak üzere, Başkurdistan, Tataristan, Çuvaşistan, Yakutlar, Moğolistan, Karakalpaklar (Ahıska Türkleri), Altay, Volga, Kafkasya, Çeçenistan, Kırım ve Gagauz Türkleri bu etnik şemsiyenin altında mutlaka olmalıdır. Kemal Karpat, bu toplantıda Çuvaşlar’ın kendisine ulaşan sitemlerinden söz ederek şunları söyledi:
“Bakınız ilginç bir tablodur: Rusya’da özerk bir Türk Cumhuriyeti vardır: Çuvaşistan! Burada yaşayan 2 milyon kadar Çuvaş topluluğu Hıristiyan’dır. Rusya bunları din yoluyla asimile etmek istemektedir. Son yirmi yılda kiliseler açılmış, eskiler onarılmış, yenileri inşa edilerek bu halkın, Rus kültürüyle bütünleşmesinde dil aracılık rolüyle görevlendirilmiştir. Onlar, dinlerinin Türk topluluklarından farklılığını kabul ediyor, ancak erimek yok olmak istemiyorlar. “Bizim dilimiz Türkçe’dir. Biz dilimizi ve edebiyatımızı ancak diğer Türk topluluklarıyla birlikte koruyabiliriz. Türkiye bize yardımcı olmalıdır”, diyorlar.(8)
Burada önemli bir ayrıntının üzerinde durmakta da fayda vardır: 1991yılında başlatılan ortak alfabe çalışmalarının ardından Türk Şurası “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı” tarafından 21-23 Mart 1993 yılında Antalya’da yapılan toplantıda Türk Cumhuriyetleri alfabesine ‘Q, X, W, Ň, Ä harflerinin eklenmesi, ortak karar olarak kabul edilmiştir.
Bu kararın arkasından Kazakistan yeni Alfabeye geçiş için karar almış ve bunu kademeli bir şekilde uygulamaya koysa da Kril Alfabesi hala etkinliğini korumaktadır. Diğer Türk Cumhuriyetlerinde ise, bu kararların üzerinden 30 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bu konuda genel bir istek varsa da, uygulamada kararsızlıklar görülmektedir. Bu alanda arzu edilen kararlar alınıp uygulamaya konulamamıştır. Bunda siyasi erkin halkın yerel konuşma dili halinde kalan kemikleşmiş üslup anlayışına karşı yönlendirici olmada tavır ortaya koyamamasından doğuyor olabilir.
Bir toplumsal tepki açısından örnek olabilir sanırım: Elazığ’da 21 Haziran 2012 günü düzenlenen Hazar Şiir Akşamları programı sonrasında programa katılan Azerbaycan delegeleri ile sohbet ederken, bu dildeki kararsızlık üzerin bazı hatırlatmalarda bulunmak istemiştim. Bize en yakın dili kullanan, hatta bizim Alfabemizle çok daha başarılı eserler verebilecekleri ihtimaline inandığım Azerbaycan delegeleri neredeyse infial halinde tepki göstererek; ‘Siz bizim dilimizi mi değiştirmek istiyorsunuz?’ diye karşı çıkmışlardı. (9)
Burada altı çizilmesi gereken önemli bir nokta şudur: Bu iki toplantının başında da açış konuşmalarını dönemin Türk Cumhurbaşkanları yaptı. 1992’deki Birinci Toplantıda Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1994’teki ikinci toplantıda ise, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu meselelere en yüksek düzeyde devlet desteğini bu kongrelerin açılışına bizzat katılarak konuşma yapmalarıyla göstermişlerdir.
Dilin gücü geçmişteki birikimiyle ölçülür. Bu bakımdan bizim alfabemizde ifade ve yazma açısından herhangi bir sıkıntı yoktur. Türkiye alfabesini değiştirdi, ama dilini değiştirmedi. Bu dil, binlerce yıllık bir zamanın süzgecinden geçerek halk irfanı ve kültürüyle beslenip bu günlere geldi. Bu zenginlikten bütün Türk Devletleri faydalanmalıdır. Biz dilin gelişmesinde kuşkusuz lokomotif görevini üstlenen Alfabenin Türk Dünyası’nın hafıza ve konuşma tarzına uygunluğu bakımından ciddi bir sıkıntı olduğu kanaatinde değiliz.. Bazı harf ilaveleri, Türk Cumhuriyetlerinde yerleşmiş telaffuz hatalarını yazıya aktarma gayretine dayanıyor olabilir. Burada, ortaya ‘Ben ve Biz’ meselesi gibi bir iç muhasebe konusu gündeme gelmektedir. Bu cumhuriyetler bir ortak şuur olarak; ‘ben’ böyle istiyorum’, demekten vaz geçip; ‘Biz de genel kurallar içerisinde Türk Alfabesine ve Türkiye Türkçesi’ne dönmeliyiz’, demeliler. Alınan kararlar üzerinden otuz yıl aşkın bir zaman geçtiği halde, ortak bir hareket henüz sonuçlarını vermiş değil. Bu da dil meselesinde karşımıza çıkan en ciddi problemlerden birisidir.
Türk Devletleri Teşkilatı, bu meseleyi, ele alarak otoriter bir kararlılıkla uygulamaya giderse, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz aydınların; siyasetçi, şair, yazar ve akademisyenlerin bağımsızlıklarına kavuşmanın heyecanıyla hamasi yaklaşım olarak görmeyerek bu ifadeleri kuvveden fiile geçmiş olabilecektir. Daha ilerisinde “Avrupa Birliği” modeli tarzında jeopolitik niteliği olan “Türk Birliği”, ilk ve öncelikli adım olarak Dil Birliği’yle sağlanmalıdır. Bu teşkilat, ekonomik endeksler ve siyasi güç dengeleri çerçevesinde yerini oluştururken, kültüre de yönelmedikçe mesafe alabilir mi? Umudumuz var, ama bu umut, kaygılarımızı giderecek seviyede midir? Onu zaman gösterecektir!
Umarız, Kazakistan’da meydana gelen son olaylar, Türk Devletleri Teşkilatı’na yönelik dış bağlantılı bir iç tehdit olarak ortaya çıkmaz! Bu teşkilatın kuruluşuna öncülük ettiği bilinen Kazakistan eski Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’e atfedilen, ‘Bu teşkilat bir blok, bir ittifak değil’, (10) sözü dileriz ki, dış güçlerden gelecek tepkileri geçiştirmek için söylenmiş olsun. Dileğimiz, kardeş Kazak halkının yaşadığı bu vahim durumdan bu teşkilat yara almadan kurtulabilsin. Çünkü Türk Devletleri’nin varlık sebebi bu teşkilattır!
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
________________________
1- 1.Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı Bildiri Metinleri, Ankara (baskı tarihi bulunmuyor
2- 1.Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı, Bildiri Metinleri, Ankara-1992
3- Dr. Zeki Gürel, Türk Dünyasının Ruhu Cengiz Aytmatov, Türk Yurdu Dergisi, Haziran 2015
4 – bk. Cengiz Aytmatov Biyografisi, TDV İslam Ansiklopedisi
5- 2.Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı Bildirileri İstanbul-2000
6- Büyük Türkçe Sözlük¸ www. tdk.Gov.tr
7- Kemal Karpat, 1. Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı Bildirileri, İlesamYayınları Ankara-1992
8-1. Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı Bildirileri, İlesam Yayınları Ankara-1992
9- Küçük Dergi. Mart 2018 Sayı 27.
10- YouTube; Hafıza 7. Bölüm
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…