Türkiye’nin ekonomi tarihinin inişli çıkışlı yolculuğun hikayesi rakamlar ve istatistiklerle anlatılır.
Fakat ekonomik bağımsızlık mücadelesinde halkın hükümetlere olan güveni bu başarının en önemli faktörlerinden biri olduğu konusuna girmeden geçiştirilir. Bu makalede, tüm bu unsurların nasıl bir araya geldiğini ve toplum üzerindeki derin etkilerini gözler önüne sereceğiz.
2002 yılı öncesinde Türkiye, ekonomik bağımsızlığını tamamen kaybetmiş bir ülke olarak karşımızdaydı. Büyük bir deprem felaketinin ardından, hükümet memur maaşlarını ödeyebilmek için IMF’nin kapısında diz çökmek zorunda kalmıştı. Bu, ülkenin ekonomik yönetiminde dışa bağımlılığın ve içsel zafiyetlerin kaçınılmaz bir sonucuydu. Türkiye, kendi kaynaklarını kullanamayan, sürekli ekonomik krizlerle boğuşan ve uluslararası arenada güvenilirliğini yitirmiş bir ülke haline gelmişti.
2002 sonunda AK Parti’nin iktidara gelişi, Türkiye’nin dört bir yanında memnuniyetle karşılandı. Ülkenin her yerinden vatandaşlar, IMF’ye olan bağımlılıktan kurtulmak için bütçeye gönüllü katkıda bulunmak istediklerini belirtiyorlardı. Bu, halkın yeni hükümetlere duyduğu güvenin ve ekonomik bağımsızlık arzusunun bir göstergesiydi. Ancak, bu güvenin sürdürülebilirliği zamanla gölgelenmeye başlaması ile sorgulanır hale geldi.
Türkiye’de bankaların iletişim hatları, 22 yıl sonra, bugün garip bir şekilde bile kilitlenmeye başladı. Vatandaşlar, kredi kartı limitlerini 100 bin liranın altına çekmek için adeta bir yarış içine girdi. Bu, sadece ekonomik geleceğe dair derin endişelerin değil, aynı zamanda hükümetin 100 bin TL ve üzeri kredi kartlarına getirmeyi planladığı yıllık 750 TL’lik vergiye karşı halkın sert tepkisinin bir yansıması olarak yorumlandı.
Güncel ekonomik göstergeler, toplumun refah seviyesinin ciddi şekilde sorgulanmasına yol açarken, kredi kartı borçları bireylerin ekonomik sıkışmışlığını ve borçlanma eğilimini tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor. Bu gelişmeler, hükümete olan güvenin sarsıldığını ve ekonomik politikaların toplumda derin bir huzursuzluğa neden olduğunu net bir şekilde gözler önüne seriyor.
Vergi adaleti, sadece verginin toplanması değil, harcanması konusunda da toplumun taleplerini karşılamak zorundadır! Toplum, ödediği vergilerin nereye gittiğini bilmek ve bu harcamaların adil olduğuna kesinlikle emin olmak ister. Aksi takdirde, hükümetlere duyulan güven hızla yok olur! Vergi gelirlerinin şeffaf bir şekilde yönetilmesi, toplumun ekonomik sisteme olan inancını güçlendirebilir. Bu durumda, 100 bin TL üzeri limitli kredi kartı sahipleri daha fazla ödemeye gönüllü olabilir. Tıpkı 2002 yılı sonunda yaşananlar gibi!
Türkiye’de 125 milyon kredi kartının yarısından fazlasının limiti 100 bin liranın üzerinde! Ancak bu limitler, artık zenginlik göstergesi değil, aksine ekonomik sıkışmışlığın ve borçlanmanın sıradanlaştığının çarpıcı bir kanıtı! Zenginden alınan vergiler, yoksulun yaşam koşullarını iyileştirmediği bu sistemde kredi kartı limitlerinin anlamı tamamen sorgulanmalı! Artık ekonomik eşitsizlikler, toplumun sosyal dokusunu tehdit eden bir unsur olarak karşımızda duruyor ve bu durum daha fazla görmezden gelinemez!
Hükümetler, toplumla güven köprüsünü inşa edemezse, getirecekleri her vergi düzenlemesi toplumsal öfkeyi patlatacak ve siyasi riskleri katlanarak artıracaktır. Toplumun güvenini kazanmak, sadece ekonomik politikalarla değil, aynı zamanda şeffaf, adil ve güçlü bir yönetim anlayışıyla zorunludur. Hükümetlerin, toplumun beklentilerini karşılayacak reformları derhal hayata geçirmesi, uzun vadeli istikrarın tek anahtarıdır. Başka bir yol yok!
Hükümetlerin en temel görevi, toplumla güçlü ve etkili bir iletişim kurmaktır. Ancak, merak eden, soran, sorgulayan ve itiraz eden bireylere karşı küçümseyici ve dışlayıcı bir tavır sergilemek, toplumu hızla hükümetten uzaklaştırır ve bu yönetimlerin siyaseten sonunu getirir. Halkın hizmetinde olması gereken bir hükümet, eğer kendini halkın üstünde görmeye başlarsa, bu durum kaçınılmaz bir çöküşü beraberinde getirir. Hükümetler, eleştirileri dikkatle dinlemeli, doğru anlamalı ve toplumun güvenini yeniden kazanmak için kararlı adımlar atmalıdır. Aksi takdirde, bu yönetimlerin varlığı siyaseten tehlikeye girer.
Türkiye’nin ekonomik serüveni, hükümetlere duyulan güvenin ne denli kritik olduğunu açıkça ortaya koyuyor. 2002 sonrası umut dolu bir başlangıç yapıldı, ancak ekonomik krizler ve vergi adaleti talepleri bu güveni yerle bir etti. Ekonomik eşitsizlikler ise bu yıkımı daha da derinleştirdi.
Bu karanlık tablodan çıkışın tek yolu, mevcut borçlanma sistemini terk edip adil bir ekonomik model benimsemektir. Borca ve faize dayalı olmayan bir ekonomi modeli, Türkiye’nin kurtuluş reçetesidir. Ancak hükümetin bu yeni ekonomik modeli uygulama konusundaki kararsızlığı, ülkenin geleceğini tehlikeye atıyor. İktisat Hareketi’nin borçsuz ve faizsiz temelli adil paylaşımı esas alan ekonomi modeli, ekonomik eşitsizlikleri azaltmanın ve toplumsal refahı artırmanın anahtarıdır. Türkiye’nin ekonomik geleceği, bu devrim niteliğindeki çözümlerin hayata geçirilmesine bağlıdır.
SADİ ÖZGÜL
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
her konuda ehil olduğunu iddia edip “ekenominin kitabını yazdım”diye böbürlenip,ekenomi idaresini de bakkal dükkanı bile işletecebileği şüpheli sırıtkan damada bırakıp ülkeyi batıran kibirli zihniyetten ne bekleyebiliriz?.umudum yok açıkcası…