Astana’da varılan mutabakat doğrultusunda gerçekleşen İdlib operasyonu, düşman unsuruna karşı yürütülecek bir askeri operasyon değil, ön alıcı/önleyici bir operasyondur.
Eylül ayının ortasında gerçekleşen altıncı Astana görüşmelerinin en önemli sonucu İdlib’in çatışmasızlık bölgelerine dahil edilmesine yönelik mutabakatoldu.
Türkiye, İran ve Rusya’nın İdlib’de çatışmasızlık garantörü olarak 500’er kişilik askeri kuvvet bulundurması bu anlamda en somut çıktı olarak değerlendirilebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türk askeri kuvvetlerinin şehrin merkezinde, Rus kuvvetlerinin ise şehrin etrafında konuşlanacağına dair ifadeleri mutabakatın ayrıntılı tartışmalar sonucunda oluştuğuna işaret ediyor. Bu mutabakatın sonucunda Türkiye’nin uzunca bir süredir birlikte hareket ettiği Özgür Suriye Ordusu bileşenleri ile birlikte şehre girmek için hazırlık yaptığı biliniyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cumartesi günü AK Parti istişare toplantısında “İdlib’de ciddi bir harekatın yürüdüğüne” dair sözleri ise İdlib operasyonun olgunlaştığına işaret etmekteydi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ayrıca “ÖSO unsurlarının İdlib’de olduğunu ancak Türk askeri unsurlarının şehre henüz girmediğini” ifade etti. Aynı gün İdlib sınırında daha önce inşa edilen güvenlik duvarının bir kısmının sökülmesi ise Türk askeri unsurlarının şehre girişi için son hazırlık olarak yorumlandı.
Suriye krizinin dönüm noktası
İdlib, 2015’in mart ayında muhaliflerce ele geçirildi ve o günden bu yana muhaliflerin kontrolünde bulunuyor. Şehrin hem ele geçirilmesi hem de kontrol altında tutulması, o dönemin şartları da göz önünde bulundurulduğunda üç açıdan oldukça önemliydi. Birincisi muhalif grupların bir araya geldiklerinde etki derecesinin nasıl arttığını göstermesi açısından; ikincisi Suriye krizinin DEAŞ ile rejim kıskacından kurtulması ve muhalif grupların alternatif oluşturma potansiyelini göstermesi ve üçüncü olarak Türkiye sınırının bir kısmına komşu olması bakımından.
İdlib’de varlık gösteren en güçlü grubun El Kaide’ye bağlı Nusra’nın olması ise bu önemli gelişmeyi gölgelemekteydi. Çünkü bu grup Nisan 2013’te El Kaide’ye bağlılığını ilan etmişti ve Türkiye, ABD, Rusya başta olmak üzere birçok devlet tarafından terör örgütü olarak kabul ediliyordu. Aslında bu gelişme Suriye krizi açısından önemli bir dönüm noktasıydı.
Grup bir yandan savaş tecrübesi ve kapasitesi ile rejime karşı etkili olma potansiyeline sahipti. Ancak öte yandan Suriye muhalefetinin terör parantezine alınmasının önünü açmış ve rejimin uluslararası meşruiyet arayışını kolaylaştırmıştı. Bu grubun Temmuz 2016’da El Kaide ile bağını kestiğini duyurarak diğer gruplarla birleşmesi ve “Fethu’ş Şam” çatısı altında yer alması bu algıyı değiştirmedi. Bu yılın başında daha fazla grubun katılımı ile genişleyen hareket Heyet Tahrir Şam (HTŞ) adını aldı ve İdlib’i kontrol etmeye devam etti. Geçtiğimiz temmuz ayında bu gruplar arasında başlayan çatışmalar ise bu birleşmenin kırılganlığına işaret etmekteydi.
Operasyonun kapsamı ve amaçları
Operasyonun kapsamı konusunda dikkat çeken önemli noktalar şu şekilde özetlenebilir: İfade edildiği üzere operasyon Astana’da varılan mutabakat gereğince çatışmasızlık çerçevesinde gerçekleşecektir. Türkiye kendine müzahir muhalif unsurların çatışmasızlığı korumasını garanti etmek üzere İdlib’de bulunacaktır. Başka bir deyişle bir düşman unsuruna karşı yürütülecek bir askeri operasyon değil, ön alıcı/önleyici bir operasyondur. Bununla birlikte askeri unsurlar tabii ki her türlü çatışma senaryosuna hazırlıklı olacaktır. Askeri unsurların Türkiye sınırına yakın ve muhaliflerin bulunduğu bölgelerde konuşlanacak olması, çatışma riskini düşürmektedir. Saldırı olması durumunda karşılık verilmesi Astana’da üzerinde mutabakata varılan bir konu olduğu ifade edilmektedir.
Operasyonun birçok amaca matuf olarak gerçekleştiği açıktır. Birincisi, Türkiye’nin inisiyatif almaması durumunda İdlib’e yönelik bir operasyonun Suriye’yi daha kaotik bir çatışmanın içine sürükleme riskidir. Böylesi bir senaryonun Türkiye’yi ilgilendiren en önemli kısmı ise yanı başında küçük bir Afganistan’ın oluşması ihtimalidir. Bu durumda Türkiye her türlü zor durumda bırakılmış olacak. Kendisinin de terör örgütü olarak tanımladığı El-Kaide’ye karşı savaşın yükünü taşımaya zorlanacak ya da bu örgüte yardım etmekle suçlanacak. Tıpkı DEAŞ üzerinden yürütülen kampanya gibi.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu müzakere esaslı bir operasyon İdlib’in ikinci bir Halep’e dönüşme ihtimalinin önüne geçecektir. Rusya, İran ve rejim üçlüsünün şimdiye kadar sivilleri hiçe sayan hatta hedef alan saldırıları göz önünde bulundurulduğunda bu ihtimalin uzak olmadığı anlaşılıyor. Halep’e yönelik gerçekleştirilen saldırı hala hafızalardaki yerini koruyor. Bu senaryo, Türkiye’nin yanı başında uzun bir süre devam edecek olan yoğun bir çatışma bölgesi olması anlamına gelmektedir. Şehirde yaklaşık üç milyon sivilin yaşadığı göz önünde bulundurulduğunda kapsamlı bir saldırı sonucunda yüzbinlerce mültecinin Türkiye’ye doğru yola çıkacağını öngörmek zor değildir. Son günlerde Rusya ve rejimin İdlib çevresinde yürüttükleri hava saldırıları da bu durumun son kanıtıdır. Bu operasyonların sonucunda ortaya çıkan dramatik görüntüleri sosyal medyada paylaşanların Türkiye’nin çabalarını sorunsallaştırması ise açık bir çelişkidir.
Operasyonun ikinci amacı ise Fırat Kalkanı harekatının da temel amaçlarından biri olan terör koridorunun önüne geçmektir. İdlib operasyonu DEAŞ’la mücadele gerekçesinden dolayı Türkiye’nin doğrudan müdahale etmediği Afrin’deki YPG yapılanmasını sınırlamış olacak ve Afrin’e yönelik bir müdahaleyi kolaylaşacaktır. Son dönemlerde Afrin’e yönelik bir müdahaleyi gerektirecek gözle görülür gelişmeler söz konusudur. IKBY yönetiminin bağımsızlık amacıyla gerçekleştirdiği gayrimeşru referandum sırasında ortaya çıkan alternatif enerji hatları haritasının Suriye’nin kuzeyinden geçtiği görülmektedir. Henüz altıncı Astana görüşmeleri başlamadan ABD’nin DEAŞ’la mücadele özel temsilcisi Brett McGurk’un İdlib’i sorunsallaştırması, buraya yönelik YPG ile birlikte bir operasyonun işaretiydi. Ayrıca Esed rejiminin bu koridoru Türkiye’nin yumuşak karnı olarak kullanma taktikleri de zaman zaman gündeme gelmektedir. IKBY referandumundan hemen bir gün sonra rejimin Dışişleri Bakanı Velid Muallim’in “Kürtlerle özerkliği müzakere edebileceklerini” ifade etmesi bunun en önemli kanıtıdır. Dolayısıyla istikrar ve çatışmasızlığın sağlandığı İdlib’de Türkiye’nin ve birlikte hareket ettiği muhalif grupların varlığı bu açıdan oldukça önemlidir.
Operasyonun riskleri
Düzenlenen operasyon bir düşman unsura karşı saldırı niteliğinden çok önleyici bir mahiyete sahiptir. Yine de bazı riskleri barındırdığı açıktır. Her şeyden önce bu hamlenin sınır dışı bir operasyon olduğu unutulmamalı. Türkiye’nin Suriye halkı nezdinde sahip olduğu güven ve itibar risk derecesini düşürmektedir. Gerek İdlib yerel yöneticileri gerekse bu bölgede HTŞ içinde yer alan silahlı gruplardan arka arkaya gelen açıklamalar Türkiye’nin İdlib’deki varlığını memnuniyetle karşıladıklarını göstermektedir. Yine de küçük bazı grupların grup asabiyesi ve çıkarını ön plana çıkardıkları ve Türkiye’nin kendine müzahir gruplarla birlikte İdlib’de yer almasını sorunsallaştırdıkları anlaşılmaktadır. Bu grupların da ikna edilmesi ve Türk askeri kuvvetleri ile karşı karşıya kalmamaları için yer değiştirmelerine yönelik çabalar devam etmektedir.
Cumartesi günü HTŞ yönetiminden yapılan resmi açıklamada ise iki husus dikkat çekmekteydi. Birincisi Türkiye’ye karşı oldukça dikkatli bir dil kullanılmasıydı. Bunun başlıca sebebi HTŞ çatısı altındaki birçok grubun ve İdlib ahalisinin Türkiye’ye duyduğu güvendir. Açıklamada dikkat çeken ikinci nokta ise İdlib’e girmesi beklenen ÖSO unsurlarına yönelik kullanılan ağır ifadelerdi. Açıklamada bu grupların Rusya ile işbirliği içinde hareket ettiklerinin varsayılacağı ifade edilmiştir. İdlib’e yönlendirilecek ÖSO unsurlarının dikkatli bir şekilde seçilmesi çatışma riskini düşüren bir faktör olacaktır.
Ayrıca tek risk faktörü, Türk askeri unsurlarının İdlib’de bulunmasını istemeyen bazı muhalif gruplar değildir. Bu anlamda Esed rejimi de bir risk unsurudur ve rejim ile destekçisi unsurların sabotajları karşısında dikkatli olunmalıdır. Bu hususta Rusya’ya önemli bir sorumluluk düşmektedir.
Suriye krizinin artık askeri yöntemlerle çözülemeyeceği görüşü üzerinde mutabakat sağlanmış bir husus. Hava kuvvetlerini kullanmaktan çekinmeyen Rusya ile Esed rejimini askeri yöntemlerle dengelemenin kolay olmadığı da uzun süredir tecrübe edilmiş bir olgu. Hava saldırılarına yalnızca silahlı gruplar değil aynı zamanda sivil halk da hedef olmaktadır. Kısacası askeri yöntemlerde ısrar etmenin maliyeti ile yüz yüze kalanlar Suriye halkı ve krizden en fazla etkilenen ülkelerin başında gelen Türkiye’dir. Müzakareye ağırlık verilmesi de Esed rejiminin kazandığı anlamına gelmez. Kendi ülkesini harabeye çeviren ve bu çerçevede gücü tükendiğinde Rusya, İran ve Hizbullah’ı devreye sokan bir rejimin zafer elde etmesi ve meşruiyet kazanması söz konusu olamaz. Müzakere sürecinden anlamlı bir sonuç çıkması için Rusya ve rejimin saldırılarını durdurması ve Suriye muhalefetine karşı inandırıcı olmaları gerekmektedir. Aksi takdirde muhalif grupların üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi zor olacaktır.
[Ortadoğu’da otoriteryenizm, demokratikleşme, asker-sivil ilişkileri alanlarında çalışan İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi Veysel Kurt, aynı zamanda SETA Stratejik Araştırmalar Direktörlüğü’nde görev yapmaktadır]
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi