Bir beldede, bir şehirde, bir ülkede bulunan topluluklar mecburiyete yaslanan gerekçelerden dolayı iki kısma ayrılır. Bu iki kısımdan biri azınlık olarak bulunan emir sahipleridir ümeradır, diğeri ekseriyeti oluşturan tabakası ise tebaa, yani itaat edenlerdir. Düzen ve nizamın sağlanabilmesi için bu gereklilik kaçınılmazdır.
Alemlerin Rabbi olan Allah, insanlığın bidayetiyle beraber bir topluluğun nasıl yaşayacağını, seçtiği elçileri aracılığıyla insanlığa vaaz etmiş, belli kurallar koyarak saadet yurdunun yolunu göstermiştir. İşte toplumu yöneten emir sahipleri olan ümera da, bu kurallarla itaat ehline emir olmakla mükelleftir.
Müslümanlık düşüncesinde nassa dayanan hükümlerden biri olan, “Yaratana isyanda yaratılan itaat yoktur” kaidesi, Allah’ın buyruklarının ne denli ehemmiyetli olduğunun delilidir. Bu sebepten ümeraya itaat, ancak Allah’ın belirlediği hudutlar dairesinde meşrudur. Allah’ın hudutlarının dışına çıkan ümera, ağızlarıyla kuş tutsa itaat edilmeyi hak edemez.
Allah’ın hudutlarını çizen haramlar ve helaller, emirler ve yasaklar, “ben Müslümanlardanım” diyen her fert için bağlayıcıdır ve herhangi bir maslahata dayanarak tevil edilemez. Zira haram ve helal, emir ve yasak bizatihi Allah’ın buyruğudur. Allah’ın buyrukları ise tartışılmaktan münezzehtir.
Toplumları çekip çeviren, hayata yön veren, hayatın akışını değiştiren, avamı bir kalıba sokmakta muktedir olan ümera kısmı, kendisine itaat eden toplumun her halinden sorumludur. Toplumsal manada iyiliklerin güzelliklerin yükselmesinde önemli bir ecir sahibi oldukları gibi, münkeratın yükselmesinden de önemli ölçüde vebal sahibi olurlar.
İyiliklerin güzelliklerin çoğalması ve münkeratın önünün kesilmesi için gerekli olan şeylerden biri yaptırım gücüdür. Ümera kısmı bu yaptırım gücünü elinde bulundurandır. Eğer ümera, elinde bulunan yaptırım gücünü iyiliklerin yükselmesi ve münkeratın önlenmesi için kullanmıyorsa, emri altıda yaşayan itaat ehlinin işlediği en küçük bir günahtan dahi pay sahibidir. İtaat ehli kıyamet günü, “Allah’ım bizi bunlar azdırdı” diyerek şikâyetçi de olacaktır. Bu vaziyet çok vahimdir.
Bu vaziyetten daha vahimi de var mıdır? Elbette. Daha vahimi ise, bırakın iyiliklerin yükselmesine çalışmayı, münkeratın yükselmesi için çalışmaktır. İşte yaşadığımız toplumsal vaziyet tamda budur. Asrı hazırda, ümeranın bir tek gayreti görülmekte, o da Allah’ın yasakladığı ne kadar haram varsa, onların toplumsallaşması için çaba göstermekteler.
Milleti faiz belasına bulaştırdıkları yetmiyormuş gibi, daha da teşvik ediyorlar. Faiz musluğunu sonuna kadar açıyorlar. Dindar nesil yetiştirmek için, dinsiz imansız, pozitivist, laik, seküler eğitim programlarıyla neslimizi ifsad ediyorlar. Doğruluktan dürüstlükten, ahlaktan, sevgiden bahsederken, yalana, ikiyüzlülüğe, sahtekârlığa, zinakârlığa, kumarbazlığa, fuhşa, sadakatsizliğe, hilekârlığa, aldatmaya vb. bütün olumsuzluklara ardına kadar kapı açıyorlar.
Tebaası yokluk ve sefalet içinde kıvranırken, kendileri saraylarda, ultra lüks villalarda, son model milyon dolarlık arabalarda, bir elleri yağda bir elleri balda sefa sürüyorlar. Alın teriyle evine bir lokma ekmek götürmek için çırpınan, açlık sınırı altında geliri olanlar nasıl geçineceğinin hesaplarını yaparken, ümera kısmı zevk-ü sefa içinde, halkından habersiz yaşıyor.
Bu minvalde misaller alabildiğine çoğaltılabilir. Peki, ümera bütün bu yaşanan olumsuzlukların vebalini taşıyabilir mi? Münkeratın kamusallaşması için alabildiğine gayret eden ümeranın, hesap gününde Allah’a mazeret sunabilirler mi? Her şeyi yapmak ellerinde iken, iyilik adına hiçbir şey yapmayanlar ve kendilerini Müslüman olarak vasıflandıranlar, kıyamet günü Peygamberinin yüzüne bakabilir mi?
Hoş… Öyle bir dertleri tasaları var mı acaba? Olmadığını düşünmekteyim. Zira öyle bir dertleri olsaydı, böyle yapmazlardı. Yaşanan bütün münkeratın vebali ümeranın boynunadır. Bunu bilsinler. Ya Müslümanlardanız deyip Allah’ın haramlarına helallerine, emirlerine yasaklarına riayet etsinler, ya da Allah’ın haramlarına helallerine, emir ve yasaklarına riayet etmiyorlarsa Müslümanlardanız demeyi bıraksınlar.