islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4847
EURO
36,2367
ALTIN
2.960,31
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

ÜNİVERSİTE HOCALARINDAKİ PARA SEVGİSİ

ÜNİVERSİTE HOCALARINDAKİ PARA SEVGİSİ
26 Temmuz 2022 09:00
A+
A-

Entelektüel bir insan, hiçbir ırk ve düşünceye karşı şiddet, kin ve öfke duymaz. Ahlakın herkesten daha yüksek olduğu iddiasındaki üniversite hocalarının toplumdan kopuk olmalarına ve bu şekilde davranmalarına bir anlam vermek oldukça güçtür. Aslında, hocaların toplumun diğer bireylerinden alacakları ve öğrenecekleri birçok şey vardır.

Üniversite denilen kurumun bünyesindeki canlılık hücreleri yitmiş gibidir. Oysaki kalp daha sağlıklı bir duruma gelirse, diğer organların da daha sağlıklı olacağı ve canlanacağı doğaldır ve bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak kalbi canlandıracak ve yaşatacak bir operasyon, ne yazık ki, üniversitelerde ne geçmişte ve ne de günümüzde hiçbir zaman görülmedi.,,

Üniversitelerde kalp operasyonu şöyle dursun, bir anjiyo eylemine dahi girişilmedi hiçbir zaman… 1960, 1971, 1980 ve son 28 Şubat 1998 post modern diye adlandırılan ve onar yıllık aralıklarla gerçekleştirilen askeri darbeler, her seferinde üniversiteleri daha da gerilere götürmüş ve asıl darbe üniversitelere indirilmiştir.

Tanzimat’tan çok daha önce bir düşünce durgunluğuna girdiğimiz doğrudur ve bir realitedir. Tanzimat’tan sonra da genel olarak bu durgunluk, genellikle sonuna kadar gelişerek hemen hemen hiç düşünmemeye kadar varan bir hal almıştır. İşin en kötüsü yanı ise, sağduyuda kaynağını bulamayan ters bir düşünce akımı, o da cılız ve sık sık kuruyarak gelişip durmuş ve düşünce hayatına egemen olmuştur. “Kopist”, yani kopyacı bir düşünce akımı olarak sürüp gelmiştir günümüze kadar…

Düşünce köklerimiz ve düşünce kaynaklarımız kireç bağlamış gibidir, içine girdiğimiz hiçbir değişme, oluşum ve durumu kritik etmiyoruz veya edemiyoruz. Her değişim, kendini kritik ve tenkitten korumak için her türlü yola başvuruyor. Sonunda düşünmeye ve kritik etmeye karşı kanunlar konuyor ve her hangi bir tenkit, duvara toslanıp kalıyor. Düşünme yasakları, peşin retler, alışılmışın dışına çıkanı aforoz etmeler, totemler ve tabular sistemi kuruyoruz hep.

Düşünce alanında tam bir kotarıcı ve aktarıcıyız. Hatta aktarmaya bile yetişmiyoruz. Üniversiteler, tarihi köklerinden bağlarını koparmış yapma eserlerdir sanki… Fransız, İngiliz, Amerikan ve Rusya kültür merkezlerinin bir şubesi gibidirler. Genel düşünce akımında ve bilim alanında bir ekol değerleri olmadığı gibi bir değerleri de yoktur.

Başaramamaktan ötürü sıkılmak yerine hemen kendini toparlayıp işi tekrar deneyip bir temele oturtmak erdemli bir davranış biçimi olarak kabul edilmişken,  ne yazık ki, günümüzde hocalar, genellikle öyle çekingen öyle ihtiyatlı, öyle kılı kırk yararcasına kuşkulu ve çoğu zaman da içe kapanık bir dünyada yaşamaktadırlar ki, bu nedenle de orijinal her hangi bir eser ortaya koyma becerisini gösteremiyorlar… Değişen dünya şartlarına ayak uydurmak şöyle dursun bazen olayları kritik etme bakımından toplumun çok gerisinde kalıyor ve yeteneklerini de bu yönde pek kullanamadıkları görülüyor.

Her insanın içinde bulunduğu şartlar ve kendisini çevrelemiş olan ortamdan alacağı birçok dersler olduğu gibi kendisinin de çevreye vereceği birçok şeyler vardır… Herhangi bir bilim adamı, şair, sanatkâr ve düşünür, kendi dışından birçok şeyler almakla beraber kendisinin de dışa verebileceği birçok bilgi ve birikimi vardır. Yalnız falan devir, filan adamı meydana çıkarmıyor. Filan adam da falan devreye damgasını vurabiliyor.

Asistan olduğum 1970 ve 1980’li yıllarda, bugünkü banka ve para ödeme sistemi çok gelişmemişti ve bu nedenle de İstanbul Edebiyat Fakültesinde maaşlarımızı, -otomatik ödeme sistemi bulunmadığından- muhasebeci Hayri Bey, sabah mesai başlar başlamaz Cağaloğlu’ndaki Defterdarlığa gidip personel maaşlarını kulplu siyah çantasına koyup bazen saat on bir bazen de on ikiye  doğru fakülteye getiriyordu.

Buraya kadar her şey normal ve şimdi sıkı durun sizinle başka bir görünüm paylaşacağım. Saat 10’a doğru Fakültenin Dekanlık katında, yani ikinci katında bulunan muhasebecinin odasının önünde maaş sırasına girme ve kuyruk başlıyordu. Zavallılar, aybaşını zorlukla getiren hademe ve fakülte memurlarıyla birlikte kerli felli bu profesör ve doçentler, saatlerce maaşlarını almak için bu kuyrukta bekliyorlardı.

Bu maaş kuyruğunda kimler yoktu ki!!! Profesör Dr. Macit Gökberk’ten Refia Şemin’e, Nihat Keklik’ten Faruk Kadri Timurtaş’a, Abdülkadir Karahan’dan Oktay Aslanapa’ya kadar onlarca profesör… Aybaşını zar zor getiren hademe ve memurların kuyruğa girmesi normaldi. Fakat mangalda kül bırakmayan anlı şanlı hocalara ne oluyordu ki… Bir veya iki gün sonra maaşlarını, kuyruğa girmeden alsalar olmaz mıydı? İşte bu aşamada 1870’lerde devreye giren bir şiir, yardımımıza yetişiyor:

“Ne kanuna, ne cebr ü zora, ne hünkâra tabidir

Bu bendergehde herkes dirhem ü dinara tabidir” (Ne kanuna, ne şiddet ve zora ve ne de padişaha tabidir. Bu dünyada herkes dirhem ve dinara tabidir. Yani para peşinde koşmaktadır.) Bu söz, eğer bugün söylenseydi, “Herkes dolar ve Avro’ya tabidir” denilecekti.

Ben ve asistan arkadaşım H. Türkay Gültekin (Kaysı), o günlerde İ E T T  otobüsleriyle gidip geldiğimiz halde hiçbir zaman aybaşında hocalarla birlikte maaş kuyruğuna girmedik. Kuyruk sırası sona erdikten bir veya iki gün sonra gidip maaşımızı alırdık.

Bugün bu para sevgisi bitmiş midir üniversitelerde? Sanmıyorum. Çünkü emekli olan hocalar, tam da birikim, bilgi ve deneyimlerinin zirve yaptığı bir dönemde, o zaman bulunmayan ve şimdi ülkede pıtrak gibi baş gösteren Vakıf üniversitelerinde elden ayaktan düşünceye kadar çift maaş peşindedirler ve zamanlarını bu şekilde tüketmeye bakıyorlar…

İdeal olarak bu üniversitelerde çalışanlar olabilir. Ama onlar da vakıf üniversiteleriyle anlaşma yaparak haftada belli gün ve saatlerin dışında bilimsel araştırma ve çalışmalarına ayırabilirler. Ama????

Bir gün bilge insan ve düşünür Sezai Karakoç’la bu meseleyi konuşurken, doktorların, din adamları ve mevlithanların da paraya karşı olan zaaf ve düşkünlüklerini söz konusu edilmişti.  O derviş ruhlu ve mütevazi insan: “Ne yazık ki bu gruplardan birinci kısmı, insanların fiziki durumuyla uğraşırken, diğerleri de maneviyatlarıyla meşğuldurlar” şeklinde çok hekimâne, anlamlı ve güzel bir cevap vermişti.

Zaferin serhat türküsünü işitmek için sabırsızlıkla bekleyen öğrencilere Allah dayanma gücü ve sabır versin….

        Şakir DİCLEHAN

 

 

 

ETİKETLER: ÜSTMANŞET
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.