Unutmak, insanın tabii özelliklerinden biridir. Olumsuz hadiseleri unutur ve böylece onların etkisinde kurtulmaya çalışırız. Fakat, olumlu ve bizi aydınlığa çıkarıp, yanlışlardan uzaklaştıran hadiseleri ve yaşayış prensiplerini unutmak, büyük bir hata ve gaflettir.
Unutma, bir bakıma kayboluş ve yokoluşun etki alanına girmektir. Kendini tanıyamamak, fikri ve ruhi gücünü kaybetmek ve boşluğa düşmektir. Ne için yaşadığını ve neleri temsil ettiğinin şuurunda olmamak, kendine verilmiş hayat, akıl ve ruh gibi emanetlerin farkına varamamak, insana uzatılan “kurtarıcı ipi” bırakmaktır. Unutmak bir manada, boş işlerle oyalanmak ve bu yüzden de gerçek rol ve hedefini kaybetmektir.
Unutma ruh halinden kurtulabilmenin yolu, kalbin ve zihnin uyanık kalması ve hadiseleri “gerçek hakikat”ın ışığında görmeye çalışmasıdır. Tabii, gerçek hakikat’ı aramak gibi bir derdimiz ve arayışımız varsa..
Yanılmak, gerçek bilginin değerini kavrayamamak ve bu bilginin hayat verici nefesini ve sesini anlayamamaktır. Yanılmak, insanın şuur kaybı ve idrakin sebebiyle bir zihin dağınıklığına uğramasıdır. Gereksiz ve faydasız işlerle vakit geçirmek, hakikatın ışığını görememek ve bu ışığın yokluğunda karanlık yollara girerek, asıl girilecek yolu ve kapıyı kaybetmektir.
Yanılmak, yanlış ve sahte meşguliyetler dünyası içerisinde doğru ve yanlışı birbirinden ayırdemeyiş psikolojisine götürmektedir. Rehbersiz kalmak, kutlu bilgi ile irtibatı kaybetmenin neticesi, “zihnin dayanaksız” hale gelmesiyle ortaya çıkan bir istikametsizliktir. Kur’anın söylediği: “Kendini oyalaması” ve böylece, insanın “hakikat yürüyüşü”nden kopmasıdır.
Sapma; unutma ve yanılmanın sonucunda insanın karşı karşıya kaldığı tehlikeli bir durumdur. İnsan, ancak doğru ve iyi olandan sapar. Sapma, kendisi ve özünden uzaklaşıp, bir başka dünyaya veya medeniyete doğru yönelmedir. Bu gidiş, akıl ve mantığın değil, “ölçüsüzlük ve idrak kaybı”nın sonucunda gerçekleşen bir savrulma’dır. Aklın, şehvetin ve maddenin cazibesi ile başlayan ve insanı varlıkların en yücesi yapan “yüksek değer”inden aşağılara doğru sürükleyen bir fırtınanın başlangıcıdır.
Kur’anda “doğru yolu bulduktan sonra, yanlışa sapanlar” diye bahsettiği bu hal, bencil nefsi ve ihtirasları ile başbaşa kalıp; gurur, kibir ve hırsıyla hareket eden bir ruhun hezeyanı ve değer kaybıdır. Kendini yüceliğe layık görmeyen, yeryüzünde yaradanın “vekili” olma derecesini ve sorumluluğunu taşıyamayan şuursuz bir varlığın varacağı yer, “aşağıların en aşağısı” olmaktan başka bir yer değildir. Yine Kur’anda bencilce duyguları ve menfaatleri ile hareket ederek, “hayvandan aşağı” ifadesiyle belirtilen grup, bu sapma yolunun sonundaki “kötü son”a varacaktır.
Toplumların bir bölümü, kısacık bir ömürde; insan toplumlarına rehber olan Peygamberler’i bir kenara bırakıp, kendine bile mutlu ve onurlu bir hayat vadedemeyen, “sahte ideoloji ve teoriler”in peşine takılarak, ilahi emirlere karşı “isyanın kahramanları” olmakla övünüyor. Halbuki, kendini yaratan ve onurlandırıp, dengeli bir hayatı sunan bir Yaratıcı’dan daha yakın kim olabilir? İnsanı, başta kendinden ve daha sonra da çevrenin tehlikelerinden koruyup-kollayan bir varlıktan mahrum olan bir kimsenin, geleceğe yönelik hangi düşünce ve sistemden yardım alabilme imkanı vardır?
Allahın bahşettiği akıl ve irade ile olayları değerlendirme ve kendisi için doğru ve iyi olanı bulmada kullanamayan kimseden daha cahil kim olabilir? Kendisine sunulan bilgi ve hayat düzenlerini, insanlığa yüzleştiği problem ve çıkmazlara rağmen, hale reddetmeye devam eden bir aklın, doğru çalıştığından nasıl söz edilebilir?
İnsanlığın, birbirini kandırıp, istismar edip, aşağılayıp; adeta “düşman kamplara” ayrıldığı bir dünya’da, gerçekten mutlu olabildiğini kim söyleyebilir?
Karı-koca, kardeşler ve arkadaşların birbirini kıskanıp, huzursuz ettiği ve güven ile sadakatin hayattan kalktığı bir dünyanın geleceğine, kimler umutla bakabilir?
Din, ahlak ve gelenekleri; zamanı geçmiş diye hayatlarından atanlar, kendilerini güven, huzur ve gönül rahatlığına götürecek vasıtaların; siyaset, ekonomi ve teknoloji olduğuna, gerçekten inanıyorlar mı?
Bilgi’yi ahlaktan, hukuk’u dinden, siyaset’i adalet’ten, aşk’ı mahremiyet’ten ayıran seküler zihniyet; bu müesseseleri insanlık ve toplum yararına çalıştırdığını kim iddia edebilir ?
Artık, batılı paradigma’nın ruhumuzu ve idrakimizi daha fazla bozmasına müsaade etmeyerek, dünya ölçeğindeki acı gelişmelerin sebebi olan; batıcı, pozitivist ve hedonist; doğulu, ruhbancı-kutsal lider gibi insanlığı saptıran sahte dünyalardan çıkmak zorundayız.
Eğer, bir yokoluş’a doğru gitmek istemiyorsak; unutma, yanılma ve sapma zincirinin halkalarını birbirinden ayırıp, insanın tek hakikati olan “Allah’ın ipi”ne sarılma zamanı gelmiştir.
Prof. Dr. Sami ŞENER
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi