Geçenlerde bir televizyon programında Üstün Dökmen bir soruya cevap verirken konu başörtülülere gelince, işte onların bazı mesleklerde taraf olacaklarına binaen görev almamaları gerektiği konusunda fikir beyan etti… Tabi ki bu insan, öğretim görevlisi olmuş, psikolojide profesör olmuş, kitaplar yazmış ve bilinen bir sima ise söylediklerini salt kendi fikri mi, yoksa bir çevrenin, gücün ve akımın temsili olarak mı konuştuğu ehemmiyet kazanıyor.
Son yirmi yıldır, muhafazakâr dindar ve milliyetçi bir iktidar var. Sorunu kökünden çözecek bir adım atılamadı. Dindarların sisteme entegrasyonu çerçevesinde adımlar atıldı. Ama hala bir genel kabule dönüşmediği farklı vesilelerle açığa çıkmaktadır. On beş temmuz sonrasında ise özellikle İslamcılığın ve kurumsal dindarlığın eleştiriye tabi kılındığı ve sivil dernekler, vakıfların yaptığı çalışmalara yönelik istifhamlar üretilmekten geri durulmadı. Özellikle, on beş temmuzun müsebbipleri üzerinden dindar camiaya ayrım yapılmadan tarikatlar ve büyük sivil dindar yapılara yönelik saldırılar devam etti.
Seksen ile iki bin arası yıllarda dindar camia, kendi yolunu çizme ve kendi toplumsallaşmasına yönelik ciddi adımlar attı, çabalar ortaya koydu. Ama yeterli bir sosyalleşmeyi sağlayamasa da toplumsal hegemonya ve siyasal yapıda güçlü bir sese dönüştü. Bunu hem Erbakan hocanın iktidar zamanında, hem de Ak Parti iktidarı zamanında gördük. Fakat bu süreçler dindar aydın kesimi aynı zamanda bir savrulmaya itti… İşte bu savrulma, iktidar olmanın hazzı ile birleşince meri sistemin içinde dindar aydınlar erimeye başladı. Kendi iç savrulmaları, yapıların iç savrulmalarına ve dindarların ağırlıklı bir şekilde savrulmasına neden oldu. Elbette ki hala kendi şuur seviyesini ve yaşam biçimini bu şuur seviyesi üzerine kurmuş kişiler vardır. Ama dindar kesimin iktidar ile imtihanı üzerine bir savrulma yaşadığı da bedihidir. On beş temmuz sonrası gösterdikleri kahramanlık ve yaptıkları fedakârlık onların korunmasına yönelik bir beklentiyi oluşturmadı. Bilakis, iktidar yanında yer alanların bazı imtiyazları kazanmalarına rağmen sürekli bir tehdidi de üstlerinde hissetmelerini sağlayacak bir psikolojik vasat kendisini gösterdi.
Burada temel soru: Müslüman dindar kesim ne istiyordu? Beklentisi neydi? Aradığını buldu mu? Bu soruları peş peşe cevaplamak mümkün tabi… Ama en temelde yola çıkış ile varılan nokta arasındaki derin farkı görmeden Üstün Dökmen ’in ne söylediğini anlamlandırmak zor olsa gerek! Milliyetçi, muhafazakâr, dindar bir iktidar döneminde dindarlığın aleyhine olabilecek bütün yasal düzenlemeler yapıldı. Lgbti ve benzeri oluşumların yasal zemine kavuşturulması, İstanbul Sözleşmesi gibi dindar aile profilini yok edecek bir düzenlemeye atılan imza gibi, kadına yönelik şiddet üzerinden kadına tek taraflı ve hiçbir ön engel olmadan verilen haklar gibi aile mefhumunu yok edecek adımlar atıldı. Ama dindarların en temel hakları yasal bir korunmaya alınamadı. İşte başörtüsü bunlardan biridir. Bugün Ak Parti iktidarı gitsin, yarın başlarlar, ama başörtülüler şuraya giremezler, taraf tutmaktadırlar, burası nesnel bir yer, başörtülüler gitsin diyanete, ilahiyata ve imam hatiplere diyerek sınırlandırmanın önündeki yasal bir engel olmadığı gibi konuya yönelik yasal düzenleme de yapılabilir. Buna yönelik kabule meyyal bir dindar kitlenin varlığı ise tartışılmaz bir gerçeklik olarak orada durmaktadır. Deist vurgusunun son zamanlarda bu kadar güçlü bir şekilde gündeme getirilmesi de dindarların kendi elleriyle sekülerleşmeye açık hale getirilmelerinden mütevellittir. Ama dindar iktidar yerine başka bir iktidar olsaydı bu zemini asla bulamayacaklardı. Sürekli bir gerginlik olacaktı. Ve bu konuda hangi iktidar olursa olsun rahat davranamayacaktı. Bugün ise zaten gönüllü seküler kültüre boyun eğmiş, temel tercihlerini ona göre yapan bir dindar kitlenin varlığı birçok şeyi halletmiş görünmektedir.
Dindar kesimler; muhafazakâr, milliyetçi, İslamcı olanlar, din paydasında birleşerek önceliği dinin sosyal hayatta bir karşılığını oluşturmak ve özellikle gelecek nesiller bağlamında ortak bir din algısının ve idrakinin oluşması için eğitim müfredatını düzenleyecek bir iradenin açığa çıkmasına yönelik çabalar ortaya koymalıdırlar.
Vakıf ve derneklere verilmiş bazı imtiyazların öyle matah bir şey olmadığını, geçmişte hepsi öğrenci iken yaptıkları faaliyetleri ile bugün düne göre çok fazla imkâna sahip olmalarına rağmen yapılan faaliyetleri mukayese yapsınlar mesele açıklığa kavuşur.
Bir silkinmenin vakti geldi, geçiyor.
Dindarların neyi kaybettikleri üzerine düşünmeleri elzemdir. Kaybedilen şeyler kazanılan şeylerin yitimine neden olmuşsa o zaman kazanılan şeylerle bağı yeniden düşünmekte yarar var. Tabi hala samimi bir şekilde Müslüman olmanın hakikat ile bağına inanıyorlarsa; mesele derin ve üzerine düşünmeyi zorunlu kılıyor. Yoksa ne mi olur? Olan, olmakta olandan başkası olmayacaktır. Daha mı kötü veya daha mı iyi sorusu anlamını kaybeder bu zeminde…
Vicdana geri dönelim; dinin bu dünyada bir vicdan olduğu dönemlere ve zeminlere geri dönelim. Her kesin bu Müslüman adam, kadın, asla yalan söylemez dediği vakitlere geri dönmeliyiz. Tövbe kapısı açıktır. Bunu her vaazda söyleyen birileri olarak bunu kendimize söylemeliyiz. Dönüş yapmadan Rabbimizin bizi affetmesini beklemek büyük bir yanılgı olacaktır. Sürekli okuduğumuz Kuran’da anlatılan helak olmuş kavimlerin hikâyesine bir daha kendi ahvalimizi de dikkate alan bir gözle bakalım, okuyalım, tefekkür edelim ve gündemleştirelim…
Çok geçmeden, iktidarın bize yaramadığını kabul edelim, iktidara baskı kuracak bir zemine geri çekilelim ve bizim istemediğimiz bir şey yapıldığı zaman nelerin olabileceğini gösterecek bir irade beyanına kavuşalım ki öyle bu ülkede bizden bağımsız ve bize rağmen, bize karşı yasal mevzuatlar yapılamaz hale gelsin…
Hala bir fırsat var! Üstün Dökmen sadece bir uyarıcılık görevi yapmış oldu. Görüşlerini dile getirerek bu ülkede hala dindarlar için tehdit olabilecek bir ayrıcalıklı kesimin varlığını kesinledi. O zaman dindar kesim, kendi iç sorunlarını askıya alarak, kendi bütünlüğünü oluşturacak bir söylemi inşa ederek kendi varlığını izhar etmelidir. Yoksa gelecekte dindar kesimlerin varlığı yok olacaktır. Ve doğal olarak onları kimse ciddiye almayarak atılması gereken adımların onların lehine veya aleyhine olacağına bakılmaksızın atılacaktır. İşte o gün ağlandığı zaman iş işten geçmiş olacaktır.
Hadi buyurun cenaze namazına…
Ölmeden önce gömmeye…
Ya da dirilişe geçerek, arınarak, vicdan kesilerek, ahlak abidesi olarak varlık kazanmaya…
Tercih dindar insanların kendi uhdesindedir.
Yarın pişmanlık fayda vermeyecektir…
Abdulaziz Tantik
20 yıllık aşınma, ve mayışmadan sonra ” haydi hemen” mümkün tabi ama iktidarın tadı damaktayken olur mu? Üstadım emin olun çok üzgünüm… 28 Şubatlardaki gibi diri değil mahalleli… köprülerin altından; nice ihaleler, çiftli-üçlü maaşlar, hısım akraba kadroları, kıyafetsiz mi bilmem ama muhterislerin eliyle harcanan sayısız liyakat, vakıf dernekler elinde parseller, seyircisi olunan haksızlıklar akmakta. Üzgünüm kardeşlerim… hem de çook.