Bazen düşünüyorum da dünyada bizden başka kendi tarihine düşman başka bir millet var mıdır acaba?
Örneğin şu anda bile İngiltere’de yazılı bir Anayasa yokken ve Kraliçe’nin söz sahibi olduğunu, Hollanda’nın ve birçok Avrupa ülkesinde kralların bulunduğu ve yarı monarşi ile yönetildiklerini hiç düşünmeden, Osmanlı padişahlıkla yönetiliyordu kabilinden cayırtı kopartarak, tarihine düşman sadece biz varız galiba…
Avrupa’da birçok Kral okuma yazma dahi bilmezken, bizde en az iki üç yabancı dil bilen Padişahları, hiç düşünmeden yaparız bu düşmanlığı…
Çünkü bilinçaltımıza, ilkokul döneminden itibaren bu işlenmiştir. Çok iyi hatırlıyorum Hayat Bilgisi kitaplarında ki İslamı ve Müslümanları kötüleyen o resimleri. Adam sakallı, cübbeli şalvarlı elinde tesbih… Arkasından yürüyen kadın ise çarşaflı… Bu resmin üzerine kocaman kırmızı bir çarpı konmuş. Yan tarafında ise, mini etekli başı açık ve yanında da kravatlı pantolonlu bir adam…
Güya modernizmi kılık kıyafete bağlayan saçma sapan bir resim…
“Sultan Vahdettin hain değildir” başlıklı yazımızın üçüncü bölümüyle devam edelim…
Evet, milli mücadelenin temellerini atan ve Mustafa Kemal’i Samsun’a göndererek milli mücadeleyi başlatan Vahdettin Han, gelişen olaylar neticesinde bir anda milli mücadele karşıtlığı konumuna düşecektir. Böyle bir duruma düşmesinde ise Ankara hükümetinin payı büyük olacaktır.
O, düştüğü bu durumu şu cümle ile açıklayacaktır:
“Biz kendimizi feda ettik ve paratoner görevi üstlendik. Varsın böyle olsun! Vatanımız kurtulacaksa benim canım feda olsun!”
Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra, İstanbul hükümeti tarafından Mustafa Kemal hakkında tutuklama kararı çıkartılıyor ama Karabekir paşa, ne Mustafa Kemal’i tutukluyor, ne de 15. Kolorduyu terhis ediyordu. Çünkü yola çıkarken Vahdettin’in verdiği emir kesindi.
Kurtuluş mücadelesi kazanıldıktan sonra; İsviçre’nin Lozan kentinde yapılacak olan barış görüşmelerine, Ankara hükümetiyle birlikte İstanbul hükümeti de çağrılmıştı. Bunun üzerine TBMM toplanmış, İstanbul hükümetinin tasfiyesine yönelik seksen iki imzalı kararname tartışmaya açılmıştır. Saltanatın kaldırılmasına yönelik bu tartışma çok çetin geçmiş, TBMM bir karar alamadan dağılmıştı. Ancak 1 Kasım 1922 günü, Mustafa Kemal’in mecliste yaptığı sert konuşma sonucunda Saltanatın kaldırılmasına karar verilmişti.
Saltanatın kaldırılması demek, bir zamanlar dünayaya adaletle hükmeden koskaca Osmanlı Develtinin son bulması demekti.
Saltanatın kaldırılmasının öncesi ve sonrasın da Sultan Vahdettin’in ikamet ettiği sarayın önünde geceleri silahlar patlatlayacak, bir nevi Padişah ve ailesine gözdağı verilecekti. Yani bir nevi padişah, kendisinin ve ailesinin can güvenliğinin olmadığı bir ortamda ülkeyi terketmeye zorlanacaktı…
Saltanatın kaldırılmasıyla etkinliği kalmayan Vahdettin, ülkenin kurtuluşuna seviniyordu. Ancak milli mücadele karşıtlığı konumuna düşmesi, onun ince ve zarif ruhunu zedeliyor, üzülüyordu… Bu durum onu psikolojik yönden çok yıpratmıştı.
Ankara hükümetinin gönderdiği Salim bey adında bir temsilci, nazik bir şekilde Vahdettin’in, can güvenliğinin olmadığını, taşlar yerine oturana kadar ülkeyi terk etemesini istiyordu. Vahdettin bu teklif üzerine büyük bir çıkmaz içine girecek, kendi iç dünyasında gelgitler yaşayacaktır. Artık Vahdettin’in bir karar vermesi gerekmektedir. Ülkeyi ya terk edecek ya da ülkede kalacak, mücadelesine devam edecekti…
Hal böyle olunca Vahdettin, büyük bir karar vermenin aşamasına gelmişti… Ankara hükümetinin kuryesi Salim bey ile birlikte, özel doktoru Reşad bey de bu kararı vermesinde etkin rol oynayacaktır. Daha sonra Sanremo’da intihar ederek hayatına son veren Doktor Reşad birgün Vahdettin’e şu telkinde bulunacaktır:
“Sultanım, şu anda ülkeyi terk etmeniz kötü gibi görünse de herşey yoluna girdiğinde ve kontrol altına alındığında, Mustafa Kemal çıkarak milli mücadeleyi sizin başlattığınızı, bazı şeyleri İngilizlerin tazyiki ile yaptığınızı halka anlatacaktır. O zaman gerçekler ortaya çıkacaktır.”
Aslında Vahdettin, ülkeyi terketmeden önce bir şey daha düşünmüştü. Ülkeyi terketmese ve kalsa, mücadelesine devam etse acaba birşeyler değişir miydi?
Acaba halkı bilgilendirse ve milli mücadeleyi kendisinin organize ettiğini ve başlattığını anlatsa…
Ama o zaman da ülkenin iç savaşa süreklenme tehlikesi vardı. Sultan Vahdettin bu tehlikeyi göze alamazdı. Vahdettin’i çok iyi tanıyan Mustafa Kemal, belki de Vahdettin’in bu durumunu bildiği için çok rahat davranabiliyordu…
Konumuz Vahdettin’in hain olup olmadığı olunca, tarihi kronolojiyi bir tarafa bırakarak devam edelim…
Sultan Vahdettin’in hain olarak ilan edilmesi, kendi tarihine düşman insanlar tarafından yapılması hasebiyle bendenizi üzerken, herdaim farklı düşünmeye de sevk etmiştir. Eğer Vahdettin gerçekten hain olsaydı, İngiliz Malaya gemisine binerken idaresi altında ne kadar malı mülkü ve şahsi eşyası varsa yanına alır, bu saydıklarımızı makbuz karşılığında geri teslim etmezdi. O, görevde kaldığı günleri dahi hesaplamış, maaşının kalan kısmını geri iade edecek nezaketi ve hassasiyeti gösterebilmiştir. Sultan Vahdettin, saray kütüphanesinden aldığı kitabı dahi geri iade etmiştir.
Uçuk bir örnek olacak ama eğer Vahdettin hain olsaydı, 17 Kasım 1922 günü canından aziz bildiği vatanınından ayrılırken, Topkapı Sarayında bulunan ve değerine paha biçilemeyen kaşıkçı elmasını yanına alır; 16 Mayıs 1926 tarihinde İtalya Sanremo’da vefat edene kadar kendisi ve bütün ailesi rahat ve huzurlu bir şekilde yaşar, öldüğünde markete de 150 bin liret borcu olmaz, cenazesi de hacz edilmezdi…
Ne acı bir durum değil mi? Bir zamanlar dünyaya hükmeden Osmanlı’nın son padişahı, sürgünde borç içinde vefat ediyor ve cenazesi haczediliyor. Vefatından sonra ise defalarca T.C devletine başvurulmasına rağmen, cenazesinin vatan toprağına defnedilmesine de izin verilmiyor. En sonunda da T.C Hükümetinden izin çıkmayınca, bir zamanlar vatan toprağı olan Şam’a, binbir zahmetle defnediliyor.
Vefasızlık noktasında gerçekten uç bir nokta…
Vahdettin İtalya’ya geldiğinde, İtalya Kralı Mussolini onu çok iyi ağırlayıp maaş teklif etmesine rağmen o, İslam halifesinin bir gayri Müslim devletten para almasını uygun görmüyor ve teklifi geri çeviriyordu.
“Osmanlı imparatorluğu’nun Sanremo’da ölümü” kitabının yazarı Riccardo Mandelli, Vahdettin’in yanında Mustafa Kemal’in ajanlarının olduğunu ve bunların Ankara’ya rapor verdiklerini de yazar.
Bu yazar, adı geçen kitabında bugün dahi Ortadoğuyu kana bulayan anlaşmazlıkların temellerinin, Vahdettin’in tahta çıkmasından ölümüne kadar geçen sekiz yıllık süre içinde atıldığı tespitinde bulunur. Günümüzden geriye doğru baktığımızda, bu tespitin ne kadar da doğru olduğunu görmekte zorlanmayız. Emperyalistlerin böl, parçala, yut taktiği ile hareket etmesi ve yüz yıl önce yaptığı planların bugün hala devam etmesi bizleri şaşırtmamalıdır. Zaten 1. Dünya savaşının Osmanlı’yı bölüp parçalamak ve İsrail devletini kurmak için çıkarıldığını, artık Mısırda ki sağır Sultan bile bilmektedir.
Sultan Vahdetttin’in Sanremo’da geçirdiği günlerde yaşanan ilginç bir olayı daha buraya almak istiyorum. Abdülhamid döneminde nazırlık yapmış ve aynı zamanda gizli polis teşkilatının başı olan Selim Melhame’nin, Vahdettin’in Sanremo’da kaldığı villanın karşısında ki villayı satın alması; Vahdettin’in özel doktoru Reşad Paşa’nın intiharı(!) cevaplanması gereken sorular arasındadır.
Burada eğri oturup doğru konuşmak lazım…
Tüm hanedan mensuplarının, kadın çocuk, yaşlı genç demeden bir gece içinde ülkeyi terk etmelerinin istenmesi, vicdanların kaldırabileceği bir şey değildir. Ama maalesef bu, gerçekleşmiş ve Osmanlı hanedan mensupları ülkeyi terk etmek mecburiyetinde bırakılmış, ülke dışına çıkan hanedan mensupları, fakru zaruret içinde bir yaşama mahküm edilmişlerdir.
Bütün bu olanlara rağmen Vahdettin, sürgünde bulunduğu yıllar boyunca yanındakilerin dahi Mustafa Kemal hakkında aleyhte konuşmalarına izin vermemiş, “O’nun ve arkadaşlarının ülkeyi kurtararak Cumhuriyeti ilan ettiklerini” beyan etmiştir.
Vahdettin’in çok üzüldüğü konulardan bir tanesi ise, Saltanatın kaldırılmasından ziyade, Hilafetin kaldırılması ve İslam aleminin başsız kalması meselesidir.
Belki de bugün dahi, İslam aleminde yaşanan kargaşa ve akan kana mukabil dinmeyen gözyaşının temel nedeni, İslam aleminin başsız kalmasından kaynaklanmaktadır.
Ancak herşeye rağmen ortada bir gerçek vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devletinin bakiyesi ve devamıdır. Her iki dönem de, artıları ve eksileriyle, yanlış ve doğrularıyla bizim tarihimizdir ve bizler bu gerçeği görmezden geldiğimiz sürece sosyal ve siyasi sorunlarımız artarak devam edecektir.
Çözüm;Kurtuluş mücadelemizden tam yüz yıl sonra, haritaların tekrar çizildiği, güç dengelerinin tekrar oluşturulduğu bu dönemde, Milli ve Manevi değerlerimize sahip çıkarak ve hayatımıza hakim kılmaktan geçmektedir. Bizlere modernizm adı altında Post-Modern bir hayatı dayatanlara inat, küllerimizden tekrar doğmanın zamanı gelmiştir.
Selam, saygı ve muhabbetlerimle…
ŞABAN DOĞAN
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
Vatan Mefhumu adlı başyazısında Yahya Kemal şu sözlerle manda yanlıları ile alay edecekti:
“Bu şehre girmek için Fatih’in her topuna doksan manda koşmuştuk. Şimdi koca saltanatı bir mandaya değişeceğiz…”