Allah ile varlık arasındaki –buna insan da dâhil– iletişimin, Allah’tan varlığa olan seyrine “vahiy” denilmektedir. Bu kelime sözlük anlamıyla “bir bilgiyi, bir işareti muhatabına en hızlı ve kestirme yoldan ulaştırmak” demektir. Vahyin dinî anlamına gelince; Allah’ın bütün varlıklara, yaratılış düzenine uygun hareket tarzlarını bildirme ve insanlarla konuşma yollarından biridir. Vahiyde bir bildirme yolu olarak süratin esas oluşu semboller kullanmayı ve imajı gerekli kılmıştır. Oluşun bu olumlu kutbunun yanında olumsuz kutbunda da vahiy vardır ve bu vahiy de yine Allah’ın izni dâhilindedir: “Ve işte böylece, Biz, hem insanlar hem de görünmez varlıklar içinden zihin çelmeyi amaçlayan yaldızlı/parlak yarı-hakîkatleri birbirlerine fısıldayan/vahyeden şeytanî güçleri her peygambere düşman kıldık. Ama Rabbin dilemedikçe onlar bunu yapamazlardı; o halde, onlardan ve onların mesnetsiz hayallerinden uzak durun!”[1]
Kur’ân’a baktığımızda vahyin biri genel, diğeri de özel olmak üzere iki şeklinin bulunduğunu görmekteyiz. İlk ve genel şekilde Allah, varlıklara hareket tarzlarını vahyetmektedir. Vahyin bu kısmı bir yaratılış zorunluluğudur ve burada irâde söz konusu değildir. Bu konuda şu iki âyet örnek verici niteliktedir: “Böylece onları, iki günde yedi gök hâlinde takdir edip her göğe kendi iş ve oluşunu vahyetti. Ve biz, arza en yakın göğü kandillerle ve bir korumayla donattık. İşler bunlar Azîz ve Alîm olanın takdiridir.”[2] “Rabbin balarısına vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan, insanların kurduğu kovanlardan kendine evler edin.”[3] Sünnetullâh denilen bu ilâhî tavır ve tarz içerisinde olan insan da varlığın bir parçası olarak bu genel vahiyden nasiplenmektedir. Ama insanın asıl değeri, Allah’ın insanla konuşma şekillerinden “özel” bir kısma yani vahye muhatap olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu özel alanda Kur’ân üç yol olduğunu bize anlatmaktadır: “Allah, insanla, ancak vahiy aracılığıyla yahut bir perde arkasından [seslenerek,] yahut [vahyedilmesini] dilediği şeyi kendi izniyle vahyeden bir elçi göndermek sûretiyle konuşur. O, şüphesiz yücedir, hikmet Sahibidir.”[4]
Âyette görülüyor ki; vahiy, Allah’ın insanla konuşmasının ilk yoludur. Şüphesiz Kur’ân’da bu konuşmanın zâhirî yönüyle ilgili örnekleri Hz. Mûsâ ile ilgili âyetlerde sıkça görüyoruz.[5] Ama vahyin gelişinin nasıllığı veya vahyi alırken peygamberlerin neler yaşadığı konusunda bir tecrübeye sahip değiliz. Yalnız kaynaklarda Hz. Peygamber’in vahiy alırken fiziksel zorluk ve sıkıntı çektiği, terlediği hatta eğer üzerindeyse devesini çökertecek derecede bir ağırlık hissettiği bilgisi yer almaktadır. Çok ilginçtir Kur’ân, Allah’ın insana vahyinden genel anlamda bahsederken “ilâ”[6] edatını kullanır. Ama vahyin Hz. Peygamber’e gelişinden söz ederken “alâ”[7] edatını kullanır. Bu ikinci edat Arap dilinde “istilâ” yani kuşatma/kaplama ifade eder. Buradan anlıyoruz ki; Hz. Peygamber’e gelen vahiy sıradan bir bilgi ulaşımı değil, onun tüm benliğini kuşatan bir erdirme ve oldurma olayıdır. Aynı zamanda böyle gelen bir bilgi Hz. Peygamber’in hem duygu aynasına hem de hafızasına unutulmayacak bir şekilde işlenmiş olur. Bu nedenle, vahyin en emin kayıt deposu, onu alan peygamberin hafızasıdır.
Vahyin ikinci yolu olan “perde/hicab” arkasından konuşmaya gelince, bu da varlıkta dile gelen ilâhî güzellik, hikmet ve düzenin insan tarafından yorumlanmasıdır. Çünkü bütün varlık irfânî bir gözle bakıldığında Allah’ın perdesidir. Bu bakışın anlamı, varlığın düşünce, sanat ve bilim yoluyla tetkik edilmesi, yorumlanması ve insanın perdenin arkasındaki Yaratıcı Kudret ile kurduğu bir yakınlaşma ve diyalogdur. Başka bir ifade ile söylersek; insanın her türlü düşünme, sanat ve bilim faaliyeti, Yaratıcı Kudret ile konuşma ve kucaklaşma arayışının en mükemmel uzantısı/şeklidir.
Âyette üçüncü olarak geçen “elçi aracığıyla konuşmaya” gelince; bu, öncekilerden farklı olarak Allah’ın topluluklarla konuşmasıdır. Böylece bu sistem “nübüvvet” kurumunu ortaya çıkarmıştır. Bu ifade ilk konuşma şekli olan vahyin geliş şekillerinden biri olarak da dikkat çeker. Yani Allah’ın toplumlarla konuşmasına aracı olan resûl veya nebî Allah’tan aldığı vahiyleri bir elçi aracılığıyla alabilir. Bu elçinin Kur’ân’daki adı “melek”tir. O halde “elçi aracılığıyla konuşma” ifadesi hem bir kategoriyi göstermekte hem de bir başka kategorinin işleyiş tarzlarından birine işaret etmektedir.
Bütün bu bilgilerden anlaşılıyor ki; peygamberler aracılığıyla insana gönderilen “Vahiy”, biri geçici diğeri ise kalıcı iki imkânla insanlığa kazandırılmaktadır. Birincisi, vahyin muhatabı olan peygamber, ikicisi ise gelen vahyin kaydedilmesi ile oluşan yazılı belge veya belgelerdir. İşte bu ikincisine din dilinde “Kitap” adını veriyoruz. Belgelerin bir kısmı, sadece birkaç pasaj oluşturmakta ve pasajlar hâlinde toplanmışsa, bu vahiylere “suhuf/sayfalar” adı verilmektedir. Gerçi bunlar da genel anlamda “Kitap” kavramı içerisine girmektedir ama dinî literatürde “suhuf” olarak anılmaları daha yaygındır. Dört büyük peygamber dışındaki nebîlerin vahiyleri suhuflar hâlindedir. Aldıkları vahiyler hacimli kitaplar hâline gelmiş bulunan peygamberler ve kitaplarının adları şöyledir: “Hz. Mûsâ: Tevrat; Hz. Dâvûd: Zebur; Hz. Îsâ: İncil ve Hz. Muhammed: Kur’ân.”
Tarihsel bir gerçek olarak bilinmektedir ki; bu kitaplar içerisinde orijinalitesi tartışılmayan tek kaynak Kur’ân’dır.[8] Diğerleri gerek pagan istilası ve tahripleri, gerek söz konusu dinin mensuplarının iç tartışma ve çekişmeleri yüzünden orijinaliteleri büyük ölçüde bozulmuş kitaplar hâlindedir. Bunlardan, örneğin Kur’ân’dan önceki dönemin son kaynağı olan İncil bugün 10’a yakın metinle temsil edilmektedir. Kur’ân, bu orijinalitenin bozulması keyfiyeti üzerinde açıkça durur ve adı geçen kitaplarla ilgili pek çok düzeltmeyi ilâhî vahiy adına yapar. Kur’ân’ı da, diğer kitapları da insanlık dünyasına indiren kaynak aynı olduğuna göre, Kur’ân’ın gelmiş geçmiş tüm suhuf ve kitapları kendi içerisinde toplayan, onları tasdik eden ve zaman içinde bozulmuş/çarpıtılmış/tahrif edilmiş yönlerini düzelten güvenilir tek hakîkat olduğunu rahatlıkla söylememiz mümkündür. Bu gerçekliği Kur’ân bize şöyle vurgulamaktadır: “Ve sana, [ey Peygamber], hakîkati ortaya koyan bu ilâhî kelâmı, geçmiş vahiylerden bugüne kalanı tasdik edici ve içinde hangi doğruların bulunduğunu belirleyici olarak indirdik.”[9]
Bir başka âyette ise –öncesinde Kitap Ehli’nin peygamberlerine ve gelen mesaja nasıl ihanet ettikleri anlatıldıktan sonra– Kur’ân karşısında takındıkları tavır şu şekilde verilmektedir: “Nitekim onlara: ‘Allah’ın indirdiğine inanın!’ denildiğinde, ‘Biz [yalnızca] bize indirilene inanırız!’ diye cevap verirler; ve zaten bildikleri bir gerçeği tasdik ve teyid eden bir hakîkat bile olsa, sonra gelen her haberi inkâr ederler.” Bu âyetten de anlaşılıyor ki; hakîkat tektir ve Kur’ân hakîkatin son temsilcisi olarak geçmiş kitapları da bünyesinde toplayan “tek kitap”tır. Bu kitabın bağlıları bu gerçekliğe rağmen, geçmiş kitaplara genel anlamda inanırlar.[10] Ancak, onların içeriklerini Kur’ânî verileri esas alarak değerlendirirler. Bu konuda nasıl bir tavır izleyeceğimizi Hz. Peygamber bize şöyle anlatmıştır: “Ehl-i kitabı tasdik de etmeyin, tekzip de. Biz Allah’a, bize indirilene, İbrâhim’e indirilene inandık deyin.”[11]
Bütün bu izahlar bize gösteriyor ki; yeni din dilinin çağrısı “Tek Kitap” yani güvenilir, bozulmamış son hakîkat olan “Kur’ân” üzerinden yapılmalıdır. Çünkü bütün insanlık mirasını kendi içinde toplayan Kur’ân, belli bir coğrafyanın değil tüm insanlığın ortak hakîkatidir ve son kurtuluş imkânıdır. Kur’ân’ı bütün insanlığa açabilmek ise tüm kitaplara imanla mümkündür. Bu kitaplar sadece yazılı metinler de değildir. Kitaplara iman aynı zamanda hayatı ve âlemi oluşturan Allah’ın âyetlerine de imandır. Aslında yazılı olan kitap, yazılmamış olan âlem/insan kitabının da nasıl okunacağının bir anahtarıdır. Başka bir ifade ile; idrak edene varlığın sesi, vahyin yani Allah’ın sesidir. Varlıktan gelen bu vahiy, akıl ve varlık var olduğu müddetçe devam edecektir. Bu vahiy, temel vahye verilmiş en büyük cevaptır; mucizeleri, melekleri ve nebîleri olmayan bir vahiydir.
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] En’âm/112: “Ve kezâlike cealnâ li külli nebiyyin adüvven şeyâtîne’l-insi ve’l-cinni, yûhî ba’duhüm ilâ ba’dın zuhrufe’l-kavli gurûran, ve lev şâe rabbüke, mâ fealûhü fe zerhüm ve mâ yefterûne.”
[2] Fussilet/12: “Fe kadâhünne seb’a semâvâtin fî yevmeyni ve evhâ fî külli semâin emrehâ ve zeyyenne’s-semâe’d-dünyâ bi mesâbîha ve hıfzan, zâlike takdîru’l-azîzi’l-alîmi.”
[3] Nahl/68: “Ve evhâ rabbüke ile’n-nahli enittehızî mine’l-cibâli büyûten ve mine’ş-şeceri ve mimmâ ya’rişûne.”
[4] Şûrâ/51: “Ve mâ kâne li beşerin en yükellimehullâhü illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yürsile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâü, innehû aliyyün hakîmün.”
[5] Bakara/253; Nisâ/164; A’râf/143.
[6] “-e, -a” anlamında.
[7] Üzerine, üstüne.
[8] Hicr/9.
[9] Mâide/48.
[10] Nisâ/136.
[11] Buhârî, Tefsîr, sûre: 2/11; İ’tisâm, 25