Geçtiğimiz günlerde Diyarbekir’in Bismil ilçesinde cereyan eden ve dokuz canın yitmesine, nüfus kaydından isimlerinin silinmesine neden olan bu ezeli ve ebedi vahşetin, günümüzde hala sürmesi, utanç verici bir durum olduğu gibi, dehşetin bir başka adıdır aynı zamanda.
Hukuk kuralları içinde cezalandırmayı kabul etmeyip, kendi elleriyle icra edenlerin başvurduğu bu ilkel uygulama, bazen namus ve töreyle karışık cinayet şeklinde sahneye konulsa da Bismil’de işlenen ve kan dondurucu şekilde icra edilen bu eylem, çok basit bir arazi anlaşmazlığı yüzünden işlendiği anlaşılmaktadır.
Tarihte bazen mezhep kaygısıyla işlenen kan davaları, Güney Doğu Anadolu bölgesinin sonu gelmez cinayetleri, yoksulluk, dış dünya ile ilişkilerin zayıflığı, köy ortamında yalnızlık içine itilmişlik, durağanlık, okur-yazarlık oranının düşüklüğü ve kadere dayalı dünya görüşünün baskın olması gibi evrensel etkenlerle örtüşmesi, sadece düşündürücü değil kan dondurucu bir eylemin başka bir adıdır…
Eskiden kan davalarında kadın ve çocukların hedef alınmadığı bu cinayetler, son dönemlerde artık kanı yerde bırakmama anlayışından ötürü, karşı tarafın soyunu kurutmaya dönük intikamcı bir durum haline gelmiş olması, ne yazık ki, günümüzde Kürtlere özgü vahşiyane bir gelenek halinde sürmesi, oldukça yürek dağlayıcı bir durumdur. Meselenin en tehlikeli yanı da zaten budur… Eskiden kan davasından hedef olan kişi belliydi. O da uzak bir yere gönderiliyor veya onunla ilgili önlem alınıyordu. Ama şimdi ailenin bütün fertleri, beşikteki çocuktan en yaşlısına kadın erkek ayrımı yapılmadan bir hedef alanına dönüşmesi, sadece bölgedeki insana zarar veriyor.
Kan davası, İslam öncesi Arap toplumunda en yaygın adetlerden biriydi. Hak ve adaleti gerçekleştirecek bir hukuk ve toplum düzeninden yoksun olan Cahiliye toplumunda, kan davaları kabileler arası düşmanlık ve savaşların başlıca nedenleri arasında yer alıyordu. İslâm, Cahiliye dönemine ait birçok adetle birlikte kan davasını ortadan kaldırmış, getirdiği insan ve toplum anlayışı sayesinde adalet düzeni ile toplumsal bir afet olan bu eylemi oluşturan nedenleri yok etmekte başarılı olmuştu. Fakat kan davası, daha sonra Kürtlerin yaşadığı yerlerde yeniden hortladı ve Kürtlere geçmiş oldu. Bunun da başlıca nedeni, cehalet ve bilgisizlik olsa gerek.
Hazret-i peygamber, Veda hutbelerinde bütün insanlara yönelik evrensel mesajlar verdiği gibi kul haklarını ilgilendiren konuları da ele almıştır. Dolayısıyla son Veda hutbesinin, alternatif bir İnsan Hakları Beyannamesi niteliğinde sayılması isabetli olmamakla birlikte Allah’ın affetmeyeceği iki günahtan biri olan kul hakkına büyük önem vermesi dikkat çekici bir hitap oluşturduğu görülmektedir.
Resûlullah’ın irad ettiği Veda hutbelerinde can ve mal dokunulmazlığı, Cahiliye adetlerinden olan ribânın (faizin) ve kan davalarının kaldırılması, suçun şahsîliği, karı-koca arasındaki haklar ve sorumluluklar, çocuğun babasından başkasına nisbet edilmemesi, İslam kardeşliği, Müslümanların birbiriyle savaşmaması, emanetlerin sahiplerine iade edilmesi gibi doğrudan kul hakkını ilgilendiren konular yanında, kendisinin son peygamber olması, ümmetine miras olarak Allah’ın kitabını ve sünnetini bırakması gibi temel esaslara vurgu yapılmıştır.
Veda hutbesiyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun kabul ettiği ve yayımladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni karşılaştırma çalışmaları yapılmış ve ikisi arasında oldukça ilginç benzerlikler tespit edilmiştir.
Hazret-i Peygamber’in bu hutbelerinde söylediği sözler, adeta bir vedalaşma gibidir. Orada bulunanların şahsında bütün ümmetine mesajlar veren Resûlullah, hitabelerinin sonunda ashaba Allah’ın kendisine verdiği tebliğ görevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve “evet” cevabını alınca, “Tebliğ ettim Allahım, şahit ol!” demiştir.
Resûl-i Ekrem’in birkaç yerde yaptığı bu konuşmalarda soru-cevap tarzını kullandığı, çok kalabalık olan cemaatten birçoğunun duyması için aynı sözleri tekrar tekrar söylediği anlaşılmaktadır. Konuşmaların sonunda tebliğini ulaştırdığını onaylatması, iletişim açısından ayrı bir önem arz etmektedir.
İslam Peygamberi, Veda hutbesinde bazı önemli noktaları dile getirerek insan topluluğuna şöyle seslenmişti: “İnsanlığın refah ve mutluluğu için Cahiliye devrindeki kan davaları dahil her türlü faiz, ayağımın altındadır. Fakat anaparanız sizindir. Ne haksızlık edin ne de haksızlığa uğrayın. Kaldırdığım ilk riba, Abdülmuttalib’in oğlu amcam Abbas’ın ribası(faizi)dir. Câhiliye devrinin kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası akrabalarımdan Âmir’in kan davasıdır.
İnsanlık tarihinin merkezi kabul edilen Mezopotamya, tarih içinde insanların yaşamına, kültürüne, eğitimine katkı ve öncülüğü ile bilinirken bu bölge aynı zamanda savaşların, kinin ve nefretlerin de yaşatıldığı bir coğrafya olmuştur ne yazık ki…
Tarih boyunca dinlerin, uygarlıkların savaşlarına ev sahipliği yapan bu topraklarda yaşayan insanlar, büyüklerinden öğrendikleri değerleri, kendi içlerinde yaşatmayı başarabilmelerine karşın, zamanla bu duygularda bir değişiklik meydana gelmiş ve ne yazık ki, büyük kültürler ve uygarlıklar, bu topraklarda yerini kine, öfkeye, nefrete bırakırken bunun ürünleri ise beynimize, yaşantımıza işlenmiştir. Bu antik topraklardaki değerlerin, törelerin, devam ettirilen yaşam şeklinin en son versiyonu da kan davalarıdır.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin temel sorunlarından biri olan kan davalarına ayna tutan ve bu cinayetleri dile getiren Sezai Karakoç:
“Bir gülün hesabını sorar gibi
Şiddetli kan davalarının ülkesi
Kadınlar büyütürler çocuklarını
Bir aşı vurur gibi şahdamarlarına
Göstererek ölmüş babalarının
Kanlı giysilerini”
Diyerek bu vahşetin başka bir adı olan kan davalarını, sanatkârlığın verdiği bir güçle dile getirir ve şiir kalıplarına döker.(Önemine binaen konuya bir sonraki yazımızda devam edilecektir)