Yabancılaşma, sosyolojik bir kavram. Bu terim, bir topluma ait değer ve kültürün kaybı ve onlardan uzaklaşma ve farklılaşmayı içine alan sosyal bir değişme olayını gündeme getirmektedir. Yabancılaşma konusu, aslında Türkiye’de batılılaşma ile başlayan bir olay olarak dile getirilmekle birlikte, aslında daha derin ve köklü bir gerçek olarak ona yaklaşmak gerekir.
Özellikle İslam dini yabancılaşmayı, Allah ve onun dinine karşı dünya ve onun kazançları olarak bilinen mal, eşya, eş ve statü gibi imkan ve kazançların; dine karşı bağlayıcı ve insanı değiştirici bir noktaya gelmesi olarak açıklar. Kur’an ve Peygamber hadislerinde “dünyevileşme” kelimesi ile yabancılaşma olayının başladığı ifade edilir.
Bilindiği gibi dünya hayatı, Kur’anda bir kazanç ve uğraş yeri olarak olarak kabul edilir ve hayatın gayesi haline getirilmez. Dünyevileşme ise, insanın dünya hayatını kutsallaştırması ve öte dünyanın ihmal edilerek, materyalist ve faydacı bir hayatın gaye edilmesi olarak tasvir edilir.
Türkiye, Meşrutiyet döneminde batıya açılma hareketini; kendi ihtiyacı ve tercihi ile gerçekleştirmedi. Kendi bilgi kaynaklarını ve sosyal yapının ihtiyacını bilmeyen bir grup maceraperest ve kültürel açıdan sığ bir gençlik grubunun ve onları yönlendiren ideolojik batı entelijansyasının yol göstermesi ile gerçekleştirdi. Bu yüzden, halktan kopuk ve toplumun ihtiyaç ve tercihlerinden farklı bir istikamette gelişti.
Batı’nın ilmi, karşı çıkılmaz ve eleştirilemez bir hakikat olarak benimsendi. Avrupa’da Hristiyanlığın, din adamları tarafından bozulması ve menfaat kaynağı olarak görülmesinden sonra ilim, batı toplumunun dayanacağı bir “din” şeklinde kabul edildi. Bunun kaynağı da insanın aklı ve sezgileriydi Belki, batı için böyle bir sonuç kaçınılmazdı. Fakat, batı’nın kilise zulmüne ve onun ilme zıt tutumlarına İslam dünyasında benzer bir örnek bulmak mümkün değildir.
Buna rağmen Doğu ve İslam dünyasıda, batı’nın yabancılaştırıcı düşüncesinin etkisi altında, çok büyük bir aşağılık kompleksi oluştu. Bu durum, aydın insanların da içinde olduğu bütün kitlelere nüfuz eden bir virüs gibi, batı dışı her bilgiyi ve kaynağı hor gören ve reddeden bir kanaati ortaya çıkardı.
Bu kompleks, sadece bilgi ve sanat hayatını değil; aynı zamanda yaşayışı ve onu ait her parçayı “acaba batı’ya ne kadar uygundur” kaygısı ile değerlendirmeye çalıştı. Müslüman bir insan, namaz kılıyor veya başka bir İslami görevi yapıyorsa, “acaba, başkası buna ne der” gibi, aslında yabancılaşmanın getirdiği aşağılık duygusundan kaynaklanan “köleliliğe has psikolojik bir tavrı” ortaya çıkardı. Maalesef, ben de dahil, birçok insanın zaman zaman, “acaba nasıl karşılarlar ve ne derler” gibi kompleks ile kendimiz olmaktan bizi uzaklaştıran bir “düşünce fanusu” içine girmemize sebep oldu.
Artık bu Fanus’tan çıkma zamanı geldi. Çünkü böyle bir Fanus’tan çıkmaz ve üzerimizde İslam dininin bizi sunduğu Müslümanca yaşama sorumluluğu ve vaadini yerine getirememe ve batı düşünce ve sistem anlayışlarından oluşan fikri ve ruhu ağırlıkları kaldıramazsak, bizim ne özgün bir kültür ve yaşama sistemi sahip olabilme ve ne de bununla herhangi bir sosyal meseleyi çözebilme imkanımız bulunmayacaktır. İslam dini, kendine ait bir hayat tarzı ve insan tipi oluşturduğu için, onu sadece bir “ibadet ve ahlak dini” olarak görmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla İslam, bir düşünce ve yaşama tarzı olarak, diğer felsefe ve sosyal doktrinlerin dışında bir değer sistemi inşa etmesinden dolayı, yaşayış düzenlerine bir alternatif görüş olarak düşünülmek durumundadır. Ve dolayısıyla, başka görüş ve hayat tarzlarının kavram ve kültürleriyle değil, kendi inanç ve yaşama kültürüyle açıklanması gerekir.
Zaten, kimlik krizi dediğimiz hadise de budur. Kendiniz olamadan, başkalarının zihni ve duygusal özelliklerini benimseyip, onları taklit etmek ve kendi varlığınızı onların varlığına bağlamak. Lütfen, kendimizi her an; kendi varlığımız, inanç dünyamız, kültürümüz ile mi, yoksa; başka dünyaların kalıplaşmış hükümleri ile mi yönlendirmeye çalıştığımızı düşünelim.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi