Haziran Sonlarında Ülkemizin Manzarası
Değerli Okuyucu, ülkemizdeki örgün eğitim kurumları yaz tatiline çıkarken, Yaygın Eğitim’in önemli merkezi olan camilerimiz de cıvıl cıvıl hale geliyor bu günlerde. Minicik yavruların ağızlarıyla korolar halinde söylenen “Besmeleler ve namaz sûreleri”nin, mabetlerimizin duvar ve mermerlerinde yankılanması her karış toprağı şüheda kanıyla yoğrulmuş bu aziz vatanın manevi havasına ayrı bir renk katacaktır.
Ülke çapında başlayan bu eğitim ve öğretim faaliyetinin öncüleri ve lokomotifi olan on binleri, yani diyanet görevlilerini bu vesileyle tebrik etmek boynumuzun borcu olsa gerek. Gerçekten büyük bir fedakârlıkla kendilerini mesleklerine adayan Diyanet Mensupları büyük bir alkışı ve takdiri hak etmektedirler.
Allah’ın son dinini tebliğ ve öğretmek gibi ağır bir görevi üstlenmiş olan diyanet camiası, elbette ki, görevlerini, hakkını vererek nasıl yapacakları konusunda gerekli şuur ve donanıma sahiptirler.
Hani demişler ya: “Hafızayı beşer nisyan ile malûldür.” Biz de, belki unuttuklarımız veya hatırlayamadığımız bazı noktalar vardır diye düşündük. Böylesi kutlu bir açılımın arifesinde bazı tedailerde bulunmak istedik.
İbretlik Birkaç Anekdot
Eğitici ve öğretici kadronun dikkat etmesi ve uyması gereken birkaç noktaya işaret etmeden önce sizlerle birkaç olayı paylaşmak isterim:
Bu Adamlara Çocuğumu Teslim Etmem!
1970’li yıllardı. Okullarda öğretmen kadrosunun “sağcı ve solcu” diye kutuplara ayrıldığı, iki kutup arasında selamlaşmanın dahi kesildiği, soğuk rüzgârların estiği dönemlerdi. Böyle bir dönemde solcu bir öğretmen arkadaşın ağzından şu cümleler dökülüyordu: “Ben hiçbir zaman çocuğumu bu adamların eline teslim edemem. Onların öğreteceği dini ben öğretirim çocuğuma..” demişti.
Onun bu sözleri üzerine ben kendi kendime şu soruyu sormuştum: Bu insanlar bizi mi tanıyamamışlar, yoksa biz mi bunlara kendimizi hakkıyla tanıtamadık? Hz. Peygamber ahlâkıyla ahlaklanmaya çalışan bizler, bu insanlara kendimizi gerçekten tanıtabilseydik; oğlu Ali’yi A’dan Z’ye, yeğeni Muhammed (s.a.s)’e teslim eden Ebutalipler gibi olmaz mıydı bu insanlar?
Ate Bir Ağabey
Sizlerle paylaşmak istediğim diğer bir anekdot şöyle:
Gece liselerinde görev yaptığım yıllarda, bir öğrencim vardı. İnançlı, ahlakı düzgün bu delikanlıydı. Zaman zaman bana gelir, dertlerini anlatırdı. Bir ağabeyinden başka, anne baba dâhil en yakınlarını yitirmiş bir delikanlıydı o. Ama ne yazık ki, ağabeyi ile de hiçbir diyaloğu yoktu. Çünkü abisi ateist bir adamdı. Bir gün işte bu ağabeyinin hikâyesini anlattı bana.
Özetle dedi ki:
“ Abim, uzun yıllar, (…..) ların kurslarında kaldı. Kendi anlattıklarına göre orada çok dayak yemiş, kötü muamele görmüş. Oradan ayrıldıktan sonra, iş güç sahibi oldu, evlendi. Kurs yıllarının hatıraları, onda onulmaz izler bırakmış olmalı ki, maalesef abim ATE (Allah’ı tanımaz) oldu…
Ve kendime yine sordum, masum bir çocuğu, fıtraten tevhid akidesine yatkın olan bir eşref-i mahlûku ATE yapmamanın yollarını birileri öğretmeli değil miydi bizlere? Bu dinin tebliğcileri nasıl bir eğitim ve öğretimden geçmeliler ki, kuzu gibi yanlarına gelen yavrulara, Peygamberî metotlarla İslâm’ı öğretebilsinler?
Müslüman ebeveynin, çocuklarını “Eti senin, kemiği benim” anlayışıyla teslim ettiği bu fedakâr kadronun da eksikleri var mıdır acaba?
Evet, bunları sordum kendime.
Hoca Hanım Beni Azıcık Sevebilse
Ve son olarak bir köşe yazarının satırlarından kısmi alıntıları da paylaşmak istiyorum sizlerle.
Kur’an Kursu anılarını anlattığı 11 Haziran, 2012 tarihli yazısında yazar M. Aybike Sinan da, özetle diyordu:
“Başını Teyzemin kocasının çektiği hali vakti yerinde olanlar tarafından, mahallemizde üç katlı bir Kız Kur’an Kursu inşa ediliyor. Ve mahallede özellikle milli görüşçü ailelerin kızları, yaz tatilinde Kur’an kursuna başlıyorlar. İki gün onlara imrenerek bakıyorum. Bir sabah kalkıp nenemin sandığından kenarı dantelli beyaz bir örtü alıp kolumun altına da elifba’yı sıkıştırıp hiç kimseye söylemeden kursun yolunu tutuyorum. (Aile efradı bütün sabah korku ve telaşla beni arasalar da, kafama koyduğumu yapmanın huzurundayım) Kuzenlerim ve diğer akraba kızlarının çoğu burada. Gerçekten de okuldan farklı ve daha sıcak bir ortam.
Yalnız bir sorun var ki, o da Hoca Hanım’ın çok titiz ve sert birisi olması. Kurs dışında diğer kızlardan farklı olarak başımı açıyor olmama çok kızıyor ve beni durmadan ikaz ediyor.
Ruhumun ne kadar incindiğini bilse, beni şekil olarak değerlendirmese daha huzurlu olacağım; lakin bir süre sonra bu, kısır bir döngüye dönüşüyor. O bana kızdıkça ben kurstan çıkar çıkmaz başımı açıp eve öyle gidiyorum.
Ertesi gün sert bir şekilde yaptığımın yanlış olduğunu söylüyor. Henüz ilkokul 3. Sınıfa gidiyorum ve bu baskı bunaltıyor beni. Elifba bitiyor ve biz Kur’an okumaya geçiyoruz ki, çok yakında okullar açılacak. Bir veda günü düzenleniyor ve benim payıma şiir okumak görevi düşüyor. Hoca Hanım beni pek sevmese de, kursun hamisi eniştem olduğundan mütevellit adeta beni idare ediyor, aslında bana kızgın, öfkeli.
“Asi kız” diyor benim için.
Keşke beni azıcık sevse, beni olduğum gibi kabul etse ne olurdu! Oysa bu kursa kendi isteğim ile gitmişim, bilmek öğrenmek istiyorum. Ben sadece dış görüntüden mi ibaretim acaba?”
Evet, birçok öğreticimizin üzerinde düşünmesi ve ders çıkarması gereken yazı böyleydi.
Öğretimde başarılı olabilmek için öğrencilerimizle iletişimimiz nasıl olsun? Onlarla en güzel iletişim nasıl kurulur? İletişimin engelleri ve kolaylıkları nelerdir?
Bu ve benzer soruların cevaplarını gelecek yazımızda paylaşmak ümidiyle kalınız sağlıcakla. Selam, saygı ve muhabbetlerimle.