Devlet-i Âliye’de (Yüce Devlet), belediye hizmeti sayılabilecek hizmetler, “İhtisap Ağası” tarafından yürütülürdü. Bizde, modernleşme sürecinde belediye hizmetleri de yeni bir boyut kazandı ve 1854 yılında “İhtisap Ağalığı” kaldırılarak yerine “Şehremaneti” kurumu ihdas edildi. Şehremaneti’nin başında bulunan kişiye de “Şehremini” denilirdi. “Görüyor musunuz? Bakın, modernleşme şehirlerde ağalık düzenine son vermiş.” diye düşünecek safdiller çıkabilir okuyucu arasında. Onlara arzı hürmet edip biz devam edelim.
“Şehremaneti” ismini her kim buldu ise, maksada uygunluğu çok dikkat çekici. Şehremini’nin ifa etmesi düşünülen vazife ile kelimenin manası ve fonetiği arasındaki uyum bakımından, muhteşem bir buluş denilebilir. Hele ki, bugün şehircilikte gelip saplandığımız durum bakımından Şehremaneti ve Şehremini kavramlarının çağrıştırdığı manaya ne kadar da muhtacız! Elbette sadece “Şehremaneti/Şehremini” isminden yola çıkarak, o gün için yeni/modern olan şehir yönetimini değerlendirme hususunda romantik bir yaklaşım sergilemek hakkaniyetli bir yaklaşım olmaz. Ancak bugünkü hercümerce nispetle, oradan iktisap etmemiz gereken epey bir değer olduğu da su götürmez bir gerçektir. Şehremaneti kurumu ile ilgili tafsilatlı bilgi edinmek isteyenler Tarkan Oktay’ın “Osmanlı’da Büyükşehir Belediye Yönetimi/İstanbul Şehremaneti” adlı kitabını temin edebilirler. Kitap Yeditepe Yayınları’ndan çıkmış.
Ülkemiz Mart ayı sonunda Mahalli İdareler Seçimleri için sandık başına gidecek. Bu seçimlerin, şehirlerimizin makûs talihini hayra tebdil edebilecek bir dinamiği var mıdır, yok mudur? Bu sorunun cevabını bulmak hiç de zor değil. Neden mi? Seçim yarışına giren aktörlerin ve ipi göğüslemesi muhtemel adayların ve mensubu oldukları siyasi mecraların şehircilik konusundaki değer sayımlarına bakmamız, seçim sonrası şehirleri bekleyen süreci tahmin etmemiz için yeterlidir.
1930’dan itibaren yavaş yavaş ivme kazanan kırsaldan şehre –özellikle büyük şehirlere – göç, 1950 sonrası bir dalga ve 1980 sonrası ikinci dalga olarak kırsalda nüfusun hızla erimesine ve şehirlerde yığılmaya sebep olmuş ve şehirlerimizin dokusunu hızla tahrip etmiştir. Bu tahribat sadece şehirlerin mimarisinde, fiziki şartlarında meydana gelmiş değildir. Şehirleri şehir yapan kültürel/manevi doku üzerinde de telafisi imkânsız tahribatlar meydana getirmiştir. Şehirleri maddeten ve manen ifsat eden tek amil göç gerçeği değildir elbette. Ancak bütün tesirler arasında köyden şehre göçü öncelikle zikretmek gerekir. Ancak göçü de doğuran bir başka gerçek vardır ki o da, duçar olduğumuz değersayım/paradigma felcidir.
1930’larda % 78 seviyesinde olan kırsal kesim nüfusu, 2017’yılı itibariyle %7,5 seviyelerine gerilemiştir. Bunda büyükşehir sınırlarının il sınırları olarak belirlenmesinin de etkisi vardır. Kim hangi akıl ve mantıkla köyleri büyük şehirlerin mahallesi yapma gereği duymuştur, akıl alır gibi değildir? Nüfusun kahir ekseriyeti şehirlere yığılmışken, hâlâ köylerinde kalmayı sürdürenler için de şehir sınırları genişletilmek suretiyle tarım ve hayvancılık alanında üretim yapmak imkânsız hale getirilmiştir. Yok edilen kırsal hayat, bugün tarım ve hayvani gıda ürünlerinde fahiş fiyatlar olarak, şehirlerdeki yığınlar için bir tehdide dönüşmektedir.
Batılılaşmayı, modernleşmeyi mecburi istikamet addeden anlayış, gelenek olarak tevarüs ettiğimiz her şeye, bir an evvel kurtulmamız gereken bir bagaj muamelesi yapmıştır. Siyasi yelpazenin sağında ve solunda olanlar bakımından bu yaklaşım hep aynı olmuştur. Hatta işin dikkat çekici yanı, sağ-muhafazakâr iktidarlar döneminde göç hareketleri daha da hızlanmış, muhafazakâr retorik ne şehri, ne mahalleyi ne de evi muhafaza edebilmiştir. Kendisini yelpazenin soluna ait gören aktörlerin de farklı bir şehircilik yaklaşımı olmadığı ortadadır. Onlar kendi gettolarının dışını şehir olarak görmemiş, köye ve köylüye ise bir an önce, kendilerinde mevhum aydınlık ile aydınlatılması gereken mağara ve mağara sakinleri muamelesi yapmışlardır.
“Milli Görüş” hareketinin, “Süratli Güçlü ve Yaygın Kalkınma” yaklaşımı etrafında, göç gerçeğine farklı bir boyut kazandırabilecek sınırlı süreli hamleleri ise çoğunlukla akim kalmıştır. 1994’yılında yapmış olduğu sıçrama ise, kendisine yapılan sağcı aşı ile kısa zamanda farklı bir yöne evirilme eğilimi göstermiştir. Zaten “Milli Görüş” hareketi Batılılar ve onlarla eş güdüm halindeki yerli iktidar odaklarınca hep sakıncalı olarak görülmüş ve sık sık müdahaleye maruz kalmıştır. 1995 seçimleri öncesi yapılan sağcı aşı, ardından yaşanan 28 Şubat müdahalesi ve 1997 yılında Refah Partisi’nin kapatılması, bu harekete, mahalli idareler açısından 1994 seçimleri sonrası ortaya koyduğu, farklı bir değerler dizisi eseri olan kimi uygulamalarını sürdürme ve geliştirme imkânı bırakmamıştır. Aşının tutmasıyla hızla sağa çark eden hareketin aktörleri eski hikâyeyi sürdürmeyi seçmişlerdir.
Ne yazık ki Cumhuriyet tarihi boyunca, bu ülkede duruma vaziyet edenlerin, “efradını cami ağyarını mani” bir şehircilik yaklaşımı/politikası olmamıştır. Göçü doğuran sorunlar üzerine kafa yormak, göçün azmanlaştırdığı şehirleri ihya ve imar için çareler aramak, şehre göç etmiş kitlenin şehirlileşmesini sağlayacak politikalar ortaya koymak şöyle dursun, durumu istismar edip oya tahvil etmek hususunda, mahalli ve merkezi idare aktörleri bir birleriyle yarış etmişlerdir.
1990’lara kadar, akın akın şehre göç eden kitlelerin, barınma ihtiyacını karşılamak üzere kamu arazilerinin arazi mafyalarınca yağmalanmasına göz yumulmuş, yerel yöneticiler ve merkezi hükümetler, mafyanın kamu arazilerini sattığı kitlelere, oya tahvil etme iştihasıyla kamu hizmetlerini götürmüştür. 1990’larda gecekondular gerine “gündüzkondular” devreye gitmiş ve “Veli Göçer” ismiyle simgeleşmiş müteahhitlik ile o ruha uygun belediyecilik arasında, çok katlı yeni nesil gecekondular bağlamında, al gülüm -ver gülüm tarzı ilişkiler ağının hüküm sürdüğü süreç 1999 depremine kadar sürmüştür.
1999 depreminden sonra şehirler tam anlamıyla bir beton tasallutuna maruz kalmıştır. Ne yazık ki bu sefer, merkezi idarenin de tazyik ve teşvikiyle şehirler tamamen beton istilasına uğramıştır. 2001 ekonomik krizi sonrası uluslararası finans piyasalarından ülkemize yönelen sıcak para, inşaat sektörüne aktarılmış ve 17 yıllık süren inşaata abanma sürecinin sonunda telafisi imkânsız beton ucubeler deryasına dönmüştür şehirler. Deprem sonrası hızlı yapılaşmada esnasında, yapılaşma ile ilgili tek mesele demir donatısının yoğunluğu ve beton kalitesiymiş gibi hareket edilmiş ve hızla yükselen ucubeler şehirleri de hızla kimliksizleştirmiştir. Nitekim Sayım Cumhurbaşkanımız da Ekim 2017’de Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi’nde durumu: “İstanbul’a ihanet ettik” şeklinde ifade etmiştir. Oysa İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı da yapmış olan Sayın Cumhurbaşkanı’mızın, siyasi çizgisinin en önemli dönüm noktasında, sık sık okuduğu Merhum Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul” adlı şiirinde birkaç mısra şöyle diyordu:
“Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.”
Sorun sadece son 16-17 yılın sorunu ya da sadece İstanbul’un sorunu değil elbette. En ücra Anadolu kasabalarında bile 10-15 katlı ucubeleri görebilmek için aramanıza gerek yok; gittiğiniz her yerde bir heyula gibi onlar karşılıyor zaten sizi.
Yukarıda sorduğumuz soruya dönelim: Bu seçimlerin şehirlerimizin makûs talihini hayra tebdil edebilecek bir dinamiği var mıdır?
Merhum Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” adlı nefis bir yazısı vardır. “”Müslüman Saati”nde: “Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı.” der. Kendimize ait ölçü yerine başka bir dünyadan gelen yeni ölçünün “bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti”ğinden söz eder. Bu yeni ölçü/saat onun muhteşem tespitiyle: “Geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getir(di)”miştir.
Ahmet Haşim’den bu alıntıyı, yukarda işaret ettiğim paradigma/değersayım meselesine misal olması için yaptım. Mahalli/yerel idareler seçimlerine gittiğimiz bu günlerde, şehirlerimizi yönetmek üzere, hepimizin ilgisini celbetmek ve ipi göğüslemek için canhıraş çabalar gösteren başkan aday adayı ya da adayı olan kimselere, “Müslüman Şehri” hakkında üç cümle kurun, desek acaba kurabilecek kaç kişi çıkardı? Bu soru, burada cevabını arayadursun…
Hülasa, şehirlerimizi yönetmeye talip olan kimselerde bugünkü akışın yönünü değiştirebilecek farklı bir değer sayım mevcut değildir. Bin yıldan fazla bir zamandır Müslümanlığın kurucu değer olduğu bu topraklarda, bu değerlerden beslenip güç alarak, modernitenin tek tipleştirdiği mekanik ve ruhsuz konut, site ve kentler yerine, bize ait olan, değerlerimizin şekil ve muhteva kazandırdığı ev, mahalle ve şehri yeniden kurabilecek bir değersayım/yaklaşım ne yazık ki yoktur.
“Medeniyetimiz, tarihimiz, inancımız, değerlerimiz “ kelimelerinin bolca geçtiği bir retoriği kullanan siyaset esnafına bakmayın. Onlar güzelim koylara hafriyat doldurarak yaptıkları AVM’lerin en izbe yerine mescit açmak, görünmez kıldıkları toprağın yerini “hobi bahçesi” emziğiyle unutturmaya çalışmak, sokak iftarı ve ramazan eğlenceleri düzenlemek, dindarlığı/muhafazakârlığı meslek edinmiş zümreye de kaynak ayırmak, kültürel faaliyet adı altında hemşericiliği köpürtmekle meseleyi hallettiklerini sanıyorlar.
Yeni nesil yerel yöneticiler, Şehremini’nden çok “şehir ağası” hüviyeti sergiliyor desek, geçmişte şehirlerin belediye işlerini yürütmüş İhtisap Ağa(sı)larına haksızlık etmiş olur muyuz? Cevabını sizlere bırakayım.
Ülkemiz bir baharda daha mahalli idareler seçimlerine gidiyor. Sonrasındaki sürece dair tahminimizi Recaizade Mahmut Ekrem söylesin:
“Gül hazîn… sünbül perîşan… Bâğzârın şevki yok..
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok! “
Şaban ÇETİN
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi