Bir koca yüzyılı yanılgılarla geçirdik İslam Dünyası olarak. Başımıza ne ki felaket geldiyse yanılgılarımızdan sebep, hiç birisi bizim bu yanılgılardan kurtulmamıza vesile olamadı. Daldığımız gaflet uykusundan uyanamadık bir türlü. Bir yalanlar dizisine hem kendimiz inandık, hem de cümle âlemi ikna yolunda debelendik durduk bir koca yüzyıl.
Batı’da çeşitli saiklerle gerçekleşen “terakki” karşısında afalladık ilkin. Gözüne ışık tutulmuş tavşandan farksızdık. Gözlerimiz kamaştı, bilemedik ne yapacağımızı, ne yana gideceğimizi. Bir süre sonra: ”Biz de “terakki “ edebiliriz.” demeye koyulduk. “Terakki nedir, ne değildir?” diye hiç düşünmedik. Neden insanlık binlerce yıldır sakini olduğu yurdundan çıkıp, “terakki” denilen sevdaya/maceraya atılıyordu. Bu ilerleme sevdasına biz nasıl bakmalıydık, nasıl görmeliydik? Bunlara hiç kafa yormadık. Aşkın bilginin, yegâne hakikatin sahipleri/emanetçileri olarak, tek hakikat terakki/ilerleme imiş gibi hareket ediyorduk.
Batı’da ne çıksa kendi değerlerimizden onlara dayanak arar olduk. “Pozitif ilimlerin” derdimize şifa olacağı masalını usanmadan dinledik bir koca yüzyıl, belki daha da fazla. Sormadık, ilmi neden kategorize etmemiz gerekiyor? İlmin pozitifi ya da negatifi olur mu? İlmin, dini olanı olmayanı olur mu? Sahi din ne idi ki? Dini de seküler aklın anladığı gibi anlamaya koyulduk. Dini olan, dini olmayan! Bu ayırım hangi dünyaya ait? Hangi paradigmanın eseri? Bizim mayamızı kuran değerler nezdinde: “Din nedir; bu değerler bakımından ilime/bilgiye nasıl bir anlam yüklenmelidir?” hiç düşünmedik.
İslam’ın ilk emri: “Oku” dur” diyerek, ilerleme macerasının itici gücü; endüstri düzenine uygun bir toplum kurma aracı olan okul ve okumayı kutsallaştırdık. Geleneksel ilim/eğitim müesseselerimizi tarumar edip, modern eğitim kurumları kurarak çöküşü durduracağımızı vehmettik. Köklerimizden beslenmek yerine geçmişimizle tüm bağlarımızı koparmayı marifet bildik. İslam’ın ilk emri olan okumanın “davet etmek, çağırmak” demek olabileceğini hiç düşünmedik. Kitabımızda “Kalem” suresi var diyerek, insanın aşkın olan her şeye başkaldırısı olan pozitif bilim histerisine dinden dayanaklar uydurduk. O kalemin Levh-i Mahfuz’da, her şeyi takdir eden kudret kalemi olduğunu hiç hesap etmedik. Seküler bir dünyada ne pazarlanırsa biz de hemen müşterisi olduk. Bu seküler dünyanın değerlerini yegâne hakikat kaynağı varsayıp, kendi değerlerimizi eliyoruz kaç yüzyıldır. Eleğin altına düşmedik ne kaldı bilemiyorum; içi boş bir romantizmden başka.
Modernleşme süreci karşısında Batıcılar da, Muhafazakârlar da, İslamcılar da şaşkınlık ve yanılgı hususunda ortaktırlar. Hiç birisi terakkinin neliğini tartışmak, terakkinin zarureti ya da yaşananların terakki olup olmadığı hususunda imali fikirde bulunmamışlardır. Batıcılar: “İnanç anane ve kültürümüzü değiştirip Batılılaşırsak ancak ilerleyebiliriz” diye düşündüler. Muhafazakârlar, eskiyle yeni arasında mutedil bir yol tutmanın imkânını aradılar. Kendi/yerli değerlerimizle yabancı değerler arasında bir denge noktası kurulabileceğini, birinin gelmesinin diğerinin tümden elini ayağını toplayıp gitmesi anlamına gelmemesi gerektiği inancındaydılar. Muhafazakârlar bir yandan batılı gibi yaşarken, inanç, gelenek ve kültürümüze de hep otantik/nostaljik bir değer atfettiler. Onların yeniden kurucu unsur olmasını hiçbir zaman arzu etmediler. Burada asıl çelişki/paradoks İslamcıların yaklaşımındaydı. Bir yandan Batı’ya itiraz ediyor, batıcılığa karşı duruyor; ancak ilerlemeyi de mecburi istikamet olarak görüyorlardı. Bir tarafta Batı’nın İslam dünyasına taarruzunu tel’in ederken, bir yandan da Batılılar için: “İşleri dinimiz gibi, dinleri işimiz gibi.” diyecek kadar yaman bir çelişkinin kucağındaydılar. Merhum Mehmet Âkif Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirinde: “Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı / Nerde gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı… “ derken ikinci dizede: “ Avrupalıya böyle vahşet yakışır mı?” demek istiyordu. Batı başkentlerini övmek, oralarda bulunmayı saygınlık saymak her kesim aydınının ortak özelliğiydi. “Ah Paris ah!” diye iç geçirmeyen, Doğu’nun “geri kalmışlığından/uyuşukluğundan/miskinliğinden” utanmayan yok gibiydi neredeyse.
Rusya’da Bolşevik ihtilali olduktan sonra, hem Muhafazakâr hem de İslamcı çevreler, tam da Batı’nın arzu ettiği istikamette; “dinsizliğe karşı ehli kitap ile ittifak” gerekçesine sarılarak, genelde Batı’yı özelde ise Batı Dünyası’nın ana aktörü konumuna terfi eden ABD’yi müttefik addediyorlardı. İslamcı ve muhafazakâr aydınların, hocaların, cemaat ve kanaat önderlerinin Ehli Kitapla ittifak sadedindeki düşünceleri cümlenin malumudur. Mesela Said’i Nursi: “Onlarla –Ehl-i Kitap’la- dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır” demektedir. Aslında bu yaklaşım tek başına Said’i Nursi’nin değil, bütün bir sağcı/muhafazakâr ve İslamcı camianın yaklaşımına denk düşmektedir.
Sovyet ihtilali ile ivme bulan “Batı ile ittifak” yaklaşımı, soğuk savaş döneminde, ABD ve ortaklarınca da daha belirgin olarak desteklenen bir yaklaşım oldu. Ülkemiz, 1950’li yıllarda Marshall Yardımları ile, bu sürece daha somut şekilde dâhil oldu. 1970’li yılların sonuna doğru, NATO bünyesinde Yeşil Kuşak Projesi hayata geçirildi. “Sovyet tehdidine” karşı, İslam Dünyası’nın Batı Bloku ile Doğu Bloku arasında bir set oluşturması ve Batı Bloku’na kopmayacak/kopamayacak bir şekilde bağlanması için ekonomik siyasi, sosyal ve kültürel alanda birçok çalışma hayata geçirildi. Birçok kurum – kuruluş, cemaat/topluluk ve kişilere destekler sağlandı, önleri açıldı.
Sağcı, muhafazakâr/islamcı camianın bu genel yaklaşımı dışında kalan farklı bir yaklaşım, siyasi düzlemde Merhum Erbakan’ın siyasi söyleminde/retoriğinde belirginleşmiştir. O’na göre, Kapitalizm ile Komünizm bir timsahın alt ve üst çenesidir. Bu timsahın kimleri yutmak istediği ise herkesin malumudur. Erbakan, bir dönem “sol” gençlik hareketlerinin sloganı olan “Go home yanke/Amerika”* sloganını, TBMM kürsüsünden söylemekten çekinmemiştir. Aslında onun etrafında kümelenen dindar/muhafazakâr/İslamcı kadrolar, onun bu anti Amerikancı/antikapitalist söylemlerinden pek hoşnut değildirler. Doksanlı yılların ikinci yarısında kendisine müdahale edilip siyasi yasak getirince, etrafındaki kadro kahir ekseriyetle onunla beraber tarz-ı siyasetini de terk etmiş, rotası Batı’ya dönük bir tarz-ı siyasete dümeni kırmışlar ve ABD ile ilişkilerimiz bağlamında, siyaset dilimize “stratejik müttefik” ve “stratejik ortaklık” kavramlarını kazandırmışlardır.
Sovyetler’in çöküşüyle soğuk savaş dönemi sona erdi. Artık iki blok arasındaki tampona gerek yoktu ve bizatihi bu tampon Batı için tasfiyesi elzem bir düşman olarak görülüyordu. Batıcılarımızdan bu gerçeği görmesini ve tavır geliştirmesini zaten beklemiyoruz. Ancak muhafazakârlar ve islamcılar da içinde bulundukları yanılgıdan kurtulup meselenin hakikatini kavrayamadılar. Batılılaşmayı bir medeniyet projesi olarak savunma hususunda, neredeyse batıcıları bile geride bıraktılar. Doksanların ikinci yarısından 2010-2011 yılına kadar olan süreci bir hatırlayalım!
2011 yılı itibariye, genel olarak Batı, özelde ise ABD ile ilişkilerimizde bir kırılma yaşanıyor. “Stratejik Ortak” bize darbe teşebbüsü dâhil, hamle üstüne hamle yapıyor. Batı tekâmül ede ede bütün dünyayı köle/müstemleke haline getirme noktasına geldi. İmparatorluklar yıkıldı, ulus devletler anlamsız hale getirildi. Artık dünyanın patronları endüstri ile müşteri arasında hiçbir birlik, ülke ya da güç istemiyor. Köleleştirme sürecini sorunsuz tamamlamak istiyorlar. Bunu yaparken, bugüne kadar araç olarak kullandıkları hürriyet/özgürlük, barış, demokrasi, insan hakları gibi hiçbir gerekçenin ardına sığınmaya bile ihtiyaç duymuyor.
Ahval bu. Ancak merakım odur ki: Birkaç yüzyılını yenileşme, ıslahat ve ilerleme çabalarına harcayan, son yüzyılda da “Dinsizliğe/Komünizme karşı Ehl-i Kitap-la ittifak”, “daha büyük bir belayı def etmek için ehveni şerri tercih” masallarıyla uyuyup Yeşil Kuşak Projesi’nin nesnesi olanlar, bu uykudan uyanacaklar mı? Soğuk savaş dönemi sona erme arifesinde iken biz hızla küresel finans kapitale eklemlenmeye başladık. Doğu Bloku çöktükten sonra da küresel finans kapitale bağlanma sürecimiz hızla devam edip tamamlandı. Hem de büyük oranda muhafazakârlar/islamcılar eliyle… Soğuk savaş dönemi biteli çeyrek yüz yıl oldu ancak muhafazakâr/islamcılar hala soğuk savaş refleksleri ile yaşamaktan kurtulamadılar. Değişen şartlar gereği elde edilenleri büyük bir kazanım olarak görüyor ve onları kaybederiz korkusuyla yaşıyorlar. Asıl kaybettiklerinin ise hiç birisi farkında değil.
AB/D’nin diplomasi dilini fazlasıyla aşan; tepeden ve metazori yaklaşımları bu kesimi gaflet uykusundan uyandıracak mı, göreceğiz? Zira şu ana kadar uyanacaklarına dair bir emare göremedik. Batılılara kızıyor, kükrüyorlar. Ama meselelerin çözümüne yönelik, Batılıların pazarladıkları teorilerden başkaca da ellerinde bir çözümleri olmadığı anlaşılıyor.
İslam ve terakki/ilerleme bağlamında, aslında doğru sözü farkında olmadan Batıcılar söylemişti: “İslam mânii terakkidir” yani “İslam ilerlemeye engeldir.” Bu gerçekle yüzleşmenin vakti geldi. 250-300 yıl yitirdik belki ama bundan sonrakileri de yitirmemek için paradigma/değer sayım değişimi şart. Peki, cesaretiniz var mı?
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi