Padişah ile vezirleri ipekli ve sırmalı elbiselere bürünmüş, soylu atların sırtında gezmeye çıkmışlardı. Uzaktan garip ve gösterişsiz elbiseler içinde biri göründü. Vezirlerden biri padişaha seslendi:
-Sultanım şu karşıda görünen, meşhur Tunus’lu Şeyh’tir. Hep mağarada ve inziva içinde yaşar.
Padişah ve maiyetindekiler, yaklaşırlar. Padişah:
-Selamun aleyküm, der. Tunuslu Şeyh:
-Vealeykümüsselam, diyerek karşılık verir.
Üzerindeki ipekli elbiseyi göstererek:
-Sana bir şey soracağım, der padişah!
-Bu elbiseyle namaz kılmak caiz midir? Tunuslu Şeyh acı bir tebessümden sonra:
-Vaz geç, söylemesem daha iyi olur.
-Söyle çok rica ederim söyle!..
-Etrafınızda şeriatın hükümlerini bilen bunca âlim var, onlara sorsanıza!
-Onlara sordum, kanaatlerini öğrendim. Bana sizin bilgi ve görüşünüz lazım…
-Vaz geç, söylemesem daha iyi olur!..
-Söyle çok rica ederim, Allah aşkına söyle!..
Tunuslu Şeyh tane tane söyledi:
-Bir köpek düşününüz! Bir tarafta bir hayvan ölüsü bulmuş ve yemiştir; tıka basa doymuştur… Düşününüz ki, bu köpek içi ve dışı pislik olduğu halde, işerken kirlenmemek için bir ayağını kaldırmak sevdasındadır!
Sultan haykırdı:
-Ne demek istiyorsun?
-Şunu demek istiyorum ki, senin miden ve cismin en ağır haram yükleri altında… Yapmadığın zulüm kalmadı. Böyleyken bana soruyorsunuz: Bu elbise ile namaz kılmak caiz midir?
Bu sözlerden sonra Tunuslu Şeyh arkasını dönüp yola koyuldu. Ne olduysa o anda oldu. Birden, Sultanın şimşek gibi bir hızla atından indiği görüldü. Atının dizginlerini vezirlerinden birine uzattı. Belindeki kılıcı çıkardı, ipek pelerinini, muhteşem sorguçlu kavuğunu karşısında afallamış ve ne yapacağını şaşırmış bekleyen maiyetine doğru fırlattı ve koştu, Tunuslu Şeyhe yetişti. Asla dönüp arkasına bakmayan Şeyh’in arkasından şehri terk etti, çıktı, gitti.
Şehirden çıkarken Sultan Yahya’dan şu sözü duydular:
-Müslümanlar, haklarınızı helal ediniz ve kendinize bir padişah bulunuz!…
Sultan Yahya, Tunuslu Şeyh’in mağarasında üç gün misafir kaldı. Bu üç gün içinde hemen hemen hiç konuşmadılar. İçin için çalışan motorlu bir tulumba gibi Yahya’nın kalbi şeyhin kalbindeki feyzi emmekle meşgul oldu. Üç gün sonra Tunuslu Şeyh bağlısına bir ip uzattı:
-Bu ipi al, dağa git, odun topla, sırtında pazara taşı, sat, parasıyla ekmek al, ye! Allah sana, kendisine giden yolun kapılarını açtı. Allah feyzini artırsın!..
Yahya, tek kelime söylemeden söyleneni yaptı, parasından artanı da yoksullara, hastalara ve çaresizlere dağıttı. Ve bu hal hep böyle devam etti.
Eski tebaası onu bu halde gördükçe göz yaşını tutamıyor; o ise hissiz ve vakur, sadece gülümsüyordu.
Bir gün büyük bir kalabalık dağlara düşüp Tunuslu Şeyhin mağarasını buldu. Ondan dua istediler ve yalvardılar. Tunuslu Şeyh cevap verdi:
-Duayı Yahya’dan isteyiniz; ben onun yerinde olsaydım, onun yaptığını ben yapamazdım. Bir an sustuktan sonra sözlerini şöyle tamamladı:
-Şu anda Yahya’nın elde ettiği hazineyi dünyanın padişahları, sultanları, başkanları bilselerdi bütün orduları ve her türlü imkânlarıyla ittifak edip onun üstüne yürürlerdi. Hazineyi elinden alalım diye![1][1]
Yahya’nın bulduğu hazine, gerçek sevgili olan Allah’tır. Allah’ı bulan, her güzelliği bulur, Onu bulamayan her güzellikten mahrum kalır.
Tunuslu şeyh olmasaydı, Sultan Yahya bu hazineyi bulabilir miydi? Bütün sultanlara ve yöneticilere, devletin ve milletin bekası için işte böyle ihlaslı, Allah dostu danışmanlar lazım. Yaşasın Tunuslu şeyh gibi ihlaslı alimler ve yaşasın böyle alimlerin anaforuna kapılan sultanlar.
Dr. Vehbi KARAKAŞ
[2][1] Kısakürek, Necip Fazıl, 333 Veliler Ordusu, 258
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi