Dünya Müslümanları son iki asırda ciddi savrulmalar yaşamıştır. Bu savrulmanın ilki; Aydınları üzerinden Fransız İhtilaline vermiş olduğu tepkidir. Salt olumlama üzerine inşa edilmiş olan bu tepki; Fransız kültürüne dolayısıyla Fransızca’ya karşı ilgiyi doğurmuştur. Fransızca bilmek dönemin Aydının elitistliğinin göstergesi olmuştur. Özellikle Mağrip (Fas, Tunus, Cezayir) ve Mısır başta olmak üzere Müslüman Afrika ülkelerinin Fransız işgali üzerinden hem Fransız diline hem de Fransız kültürüne maruz kalması, bu hayranlığı daha da cisimleştirmiştir. Müslüman coğrafyaların ikinci kırılması adeta teşbih tanelerini tutan, imame görevi gören Osmanlı Devleti’nin varlığının sona ermesidir. Bu sona eriş, imameye bağlı olan Müslüman ülkelerin tespih taneleri gibi savrulmalarını doğurmuştur. Üçüncü büyük kırılma, 2. Dünya Savaşı sonunda -bağımsızlaştırma iddiasıyla- Müslüman ülkelerin birçoğunda despotik yönetim biçimlerinin inşa edilmesidir. Despotik yönetim biçimleri Kuzey vd. Afrika, Mısır, Suriye, Irak, Yemen, Ürdün vs. ülkelerde inşa edilmiştir. Bu despotik yönetimler, adeta İslam’la olan ilişkilerini neredeyse sıfırlamaya dair bir söz vererek kurulmuşlardır. Beşinci kırılma ise soğuk savaşın sona ermesi neticesinde tek kutuplu dünyaya dönmesidir. Soğuk Savaş’tan sonra Körfez Savaşı (1991) ve 11 Eylül Hadisesi (2001), İslam Dünyasının daha da savrulmasını sağlamıştır.
Hususiyetle El-Kaide, İŞİD, EŞ-ŞEBAB gibi “İslami” örgütler, istihbarat yapıları tarafından oluşturulmuş şiddet ve terör merkezli yapılardır. Bu yapıların eylemleri; İslam’ın, İslamcılığın, Müslümanların, onların kitaplarının ve bilginlerinin sorgulanmasına yol açmıştır. İslam, şiddet veya terörle ilişkilendirilerek mahkum edilirken İslamcılık bu şiddeti körükleyen bir akım olarak lanse edilmiştir. İslam’ı hayatta referans olarak gören, kamusal hayatta görünürlüğünü savunanlar tehlikeli kişiler, böylesi bir savunu içinde olan bilginler ve metinler ise “gerici” veya “şiddet içeren” unsurlar olarak görülmüşlerdir. Postmodernliğin yani “muğlak, parçalı, melezlik” kültürünün yaygınlaşması ve kabul görmesiyle bağlantılı olarak da önceki bakış açıları ve buna uygun yaşam tarzları demode olarak algılanmıştır. İslami olan ne varsa kadim kalıplar içerdiği için kabalık olduğuna dair hem oryantalist-kolonyalist hem de self kolonyalist söylemler ve yazınlar meydana gelmiştir. Nihayetinde yazın ve coğrafyaya ait ne varsa hepsinin sorunlu olduğu algısı meydana getirilmiştir.
Bu yaklaşım, küresel düzeyde 11 Eylül sürecinde yerel düzeyde 28 Şubat süreciyle ortaya çıkmıştır. Kadime ait olan ne varsa nitelik, anlam ve gerçeklik bakımından yersiz ve gereksiz olduğuna dair söylemleri ve yazılı metinleri ortaya çıkmıştır. Başta Kuran ayetlerinin bazıları, Hz. Peygamber’in (SAV) hadisleri, kadim İslam alimlerinin metinleri ve kişilikleri tasfiye edilmek istenmiştir. Kuran ve Hadis’le olan ilişkileri zayıflatılmak istenen (kısmi itibariyle başarılı olunmuştur) Müslümanların, İslam üzerine yazılmış metinler ve yazarları-bilginleri ile olan bağının koparılması hatta onlara karşı düşmanlaştırılması zor olmamıştır. Özellikle emperyalistlere karşı tavrına sahip kimlikleriyle bilinen Abdullah Azzam, Said Havva, Seyyid Kutup, Mevdudi, Muhammed İkbal, Raşid Gannuşi gibi İslamcı mütefekkir ve yazarların fikirleri, El Kaide veya İŞİD ile aynı düzlemde ele alınmış veya bu kişilerin yalnızca fikirleri değil resimleri dahi El Kaide lideri olan Usame bin Ladin ile yan yana konulmuşlardır. Bu yan yana koyma veya aynılaştırma, “Selefilik” kavramı üzerinden gerçekleştirilmiştir. Oysa bu kişilerin tarihsel, coğrafi faktörleri ve ortaya koydukları metinler bakımından El Kaide vb. hareketlerle ilişkilendirilmesi oldukça zordur.
Geçtiğimiz günlerde vefat eden Yusuf Karadavi de mahkum edilerek bu etiketlenmeden nasibini alan Müslüman bilginlerden biriydi. Hem Müslümanca düşünme biçimiyle hem de Cemal Abdulnasır’ın laikçi, Baasçı despotik yönetimine karşı tutumu nedeniyle rejim tarafından 3 kere hapse atılan Karadavi, 61 yıl önce Katar’a yerleşmiştir. Her ne kadar Müslüman Kardeşler/İhvan- Müslim hareketinin başına geçme tekliflerini kabul etmese de bu hareketle olan duygu birlikteliğini hiç yitirmedi Kardavi. O, Filistin mücadelesini hiç unutmamış ve yalnız bırakmamıştır. Mısır’da Sisi’nin yaptığı darbeye karşı sert bir tavır almış, darbeyi destekleyen başta İsrail olmak üzere S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bazı devletleri tutumuyla rahatsız etmiştir. Nitekim gerek bu tavrı gerekse Katar ile S. Arabistan arasındaki krizdeki tavrı nedeniyle S. Arabistan savcıları tarafından, hakkında idam talebine dair iddianame düzenlenmiştir. Suriye’de Esad’ın zulmüne karşı edindiği tutum nedeniyle de Şam Mahkemeleri gıyabında idam kararı çıkartmışlardır.
Karadavi’nin kendi halinde bir fakih veya alim olmayıp dünya Müslümanlarını ilgilendiren politik bir tutum ve tavır takınması, ciddi anlamda bir takım kesimlerde hazımsızlık meydana getirmiştir. Karadavi’ye karşı olan tepkinin en büyük nedeni, İsrail’e ve Yahudilere karşı olan kızgınlığıdır. Yahudi lobisi ve medyası, Karadavi’yi şeytanlaştırıp “terörist” olarak yaftaladılar. Nitekim bu propaganda da başarılı olunmuştur. Arabistan’da arabamı sigortalamak için gittiğim Mısırlı sigortacıya S. Kutup ve Karadavi’yi biliyor musun, okudun mu? Ne düşünüyorsun? diye sorduğumda “Onlar, terörist neden okuyayım?” diye cevap almıştım. Bu tepkiye benzer yaklaşımlar, ülkemizde 28 Şubat sürecinde S. Kutup, S. Havva, Mevdudi gibi isimlere de sergilenmiştir. Hatta bu kişiler, bir dönemin “İslamcıları” tarafından dahi sakıncalı isimler görülmüştür. Önce M. Türköne, 2013 yılında kapatılan Zaman Gazetesi’nde S. Kutup’un “İslam’da Sosyal Adalet” kitabının komünizme karşı (dolayısıyla Sovyetlere karşı ABD’yi desteklemek için) MİT tarafından çevirtildiğini iddiasını yazmış daha sonra bu iddiayı eski bir “İslamcı” olan Dücane Cündioğlu, 2 yıl önce tekrarlamıştır.
Son yıllarda İslam ve İslamcılığa dair ne varsa “sakıncalı”, “ilkel” ve “problemli” görülmüştür. İslamcılığın güçlü isimleri ve metinleri “mahkum” ve “mahpus” edilerek İslam’ın politik iddiası yok edilmek istenmektedir. Böylelikle İslam düşüncesi kamusal ve siyasal hayattan tasfiye edilmek istenmektedir. İslamfobia’ya ilaveten İslamcılığın -mevcut siyasal iktidarla ilişkilendirilerek de- şeytanlaştırılmasında aynı saik söz konusudur. Karadavi’ye gelince; dünya sürgününü tamamladı. Kendisi aleyhinde konuşan sekülerlerden bedel ödeyerek daha insan yaşadığı gibi kendisi hakkında ileri-geri konuşan “Müslümanlardan” İslam ve Müslümanlar konusunda daha çok bedel ödeyerek –sürgün, mahpus ve iftiraya uğrayarak- yaşadı. Kusurları var mıydı tabii ki her fani gibi kusurları da vardı. Allah, taksiratını affetsin.