Zengin sahabiler, mallarını verdiklerinde bunun hayırlı alanlar (sosyal amaç) için kullanılmasına dikkat ederdi. Dolayısıyla verilen mal, ya hayırda, ya da hak yolunda kullanılırdı. Zengin sahabiler, her an ölecekmiş gibi sahip oldukları sermayelerinin önemli bir kısmını sadaka olarak ayırmış, geri kalan maddî varlıklarını ise faydasız ve helal olmayan yerlerde asla kullanmamıştır. Ve en önemlisi, talep olsun veya olmasın sadaklarını ertelemeden hep vakti zamanında yapmışlardır. Bu hususta da Peygamberimizin (sav) şu sözleri, onlar için bir rehberlik niteliği taşımaktaydı:
“Sadakanın en iyisi, kendinizin vereceği sadakadır. Sağ iken, malınız elinde iken istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğiniz sadaka, sadakadır. Yoksa yaşayacağınıza ümidiniz kalmayınca, can boğazınıza geldikten sonra, filana şunu veriniz veya benden sonra filana şu kadar verilsin, demek değildir. O zaman çok geç kalmış olursunuz. Sizden sonra onlar (zaten) istediklerini yaparlar.” (Müslim).
Bu hadis-i şerif, şu ibret verici âyete ne güzel ışık tutmaktadır:
“Birinize ölüm gelmeden önce (size rızık olarak verdiğimiz) mallarınızdan (Allah yolunda) sarf edin ki, ölüm geldiği zaman: ‘(Allah’ım; Ne olur) Ölümümü biraz geciktirsen de sadaka verip, iyilik edenlerden olsam’ demeyesiniz.” (Münafikun; 63/10).
Sahabiler, hem yoksul, hem de varlıklı oldukları dönemlerde yani bir hayat boyu, kesintisiz olarak hep cömert olmuştur. Cömertliklerini varlıklı oldukları dönemlerde daha fazla ortaya koyma imkânı bulabilmişler, hiçbir zaman “benim malım, benim malım” demeden ve ölümü beklemeden hayırda hep öncü olmuşlardır.
Bazı sahabiler, daha büyük miktarlarda tasaddukta bulunmak ve dolayısıyla başkalarına daha etkili bir biçimde faydalı olabilmek niyetiyle, belirli bir süre için mal biriktirdikleri de olmuştur. Bazıları ise ele geçen malı hiç bekletmeksizin hemen dağıtırdı. Niyetleri, hep vermek olduğu için, her iki yaklaşım da aslında güzel bir davranış olduğu söylenebilir. Nitekim Hz. Abdullah b. Zübeyr, Hz. Ebu Bekir’in iki cömert kızı hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Aişe ile Esma’dan daha cömert kadın görmedim. Ancak bunların cömertlikleri birbirinden farklıydı. Şöyle ki; Aişe biriktirir ondan sonra dağıtırdı, Esma ise elinde bulunanı ertesi güne bırakmazdı.” (Buhari).
Zengin Sahabiler, Sevdikleri Mallardan Tasaddukta Bulunmuştur
Zengin sahabiler, zaruret içinde olmadıkları için, mallarının bir kısmını cömertçe tasaddukta bulunabiliyordu. Ancak sevilen maldan bir şey vermek ve hatta hepsini infak etmek, o kadar kolay bir iş değildir. Sevdiği bir şeyden bir şeyler verebilmek, başta nefse ağır gelen sıkıntılı bir durumdur. Halbuki zengin sahabilerin cömertlikleri ve sosyal duyarlılıkları nefsanî temayüllerinden ve mala düşkünlüğünden daha yüksek olduğu için, manevî derecelerine göre sevdikleri mallarının önemli bir kısmını, hiçbir kanunî zorlama olmadığı halde yoksullara ve muhtaçlara dağıtabiliyorlardı. Bu makamda olan varlıklı sahabiler ve diğer Müslümanlar, Kuran-ı Kerim’in överek bahsettiği Allah’ın sevdiği sosyal duyarlı zenginlerdir. Sevmelerine rağmen mallarını muhtaçlara verenlerle ilgili olarak iki önemli âyet mevcuttur:
“Onlar, sevmelerine (kendi canları çekmesine) rağmen ellerindeki yiyeceği miskine (fakire), yetime ve esire (seve seve) yedirir.” (İnsan; 76/8).
“…Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin… tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara; 2/177).
Başta Hz. Abdullah bin Ömer olmak üzere birçok sahabi, sevdikleri mallardan ve yiyeceklerden başkalarına gönülden vermiştir. Çünkü zengin sahabelerin gönülleri, altın veya gümüş sevgisi ile değil insan sevgisi ile doluydu. Sevdikleri mallardan insanlara seve seve verebilmiş iseler bu ancak Haluk (Yaratan) ile Halık (Yaratılan) sevgisinin üst derecelerde olduğu ile izah edilebilir.
Zengin Sahabiler Kendilerini Malların Emanetçisi Olarak Görmüştür
İnsanın sahip olduğu her şeyin tek sahibi aslında sadece Allah’tır. Bundan dolayıdır ki insanın emaneten sahip olduğu malını, asıl sahibi olan Allah’ın gösterdiği istikamette kullanması kulluğun bir gereğidir. Kuran-ı Kerim’in pek çok âyetinde, varlıklı müminlere Allah yolunda infak tavsiye edilmiş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.
“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın.” (Bakara; 2/267).
Emanet şuurunu tam idrak eden zengin sahabiler, hiçbir zaman ellerindeki mal ve mülkü kendilerine ait olarak görmemiştir. Her şeyin sahibinin ancak Allah’ın olduğuna iman etmiş olan sahabiler, kendilerini elde ettiklerinin sadece emanetçisi olarak görmüştür. Bunun için ellerindeki mal ve mülkün kullanma yetkisini, ancak Allah rızasını kazanma çerçevesinde kullanmışlardır. Mal sahibi olmanın manevî yükümlülüğünü idrak etmiş olan varlıklı sahabiler, bundan dolayı zenginliğin hikmetini ve imtihan boyutunu da iyi anlamışlardı. Onlar, bu mülkün sadece emanetçileriydi. Onlara düşen görev, malı helal yoldan elde etmek, helal yolda harcamak, mal emanetini iyi korumak, meşru zeminde iyi değerlendirmek ve Allah adına hayırda kullanıp malını muhtaçlarla paylaşmaktı.
Zengin sahabiler, ne ibadetlerinde, ne de Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan infak etmede ihmalkârlık göstermiştir. İnfakta bulunmak, nefis yönüyle onlara hiç de zor gelmemiştir. Çünkü dağıttıkları şeylerin aslında kendi özel mülkiyetlerinde bulunan mallar olmadığını çok iyi biliyorlardı. Onlar sadece mallarının bir emanetçisi idiler. Sahabi Hz. Abdullah ibni Mesut ne güzel söylemiş: “Hepiniz misafirsiniz; elinizdeki dünya malı da emanettir. Misafir, elbet bir gün gidecek ve emanet sahibine verilecektir.”
Prof. Dr. Ali SEYYAR
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi