Zor dönemde de infakta bulunmanın anlamı nedir?” diye sorarsanız, bunu biraz açmam gerektiğini düşünüyorum. Öyle ise bu konunun aydınlatılması için yine asr-ı saadete bir yolculuk yapalım.
Prof. Dr. Ali Seyyar
“Zor dönemde de infakta bulunmanın anlamı nedir?” diye sorarsanız, bunu biraz açmam gerektiğini düşünüyorum. Öyle ise bu konunun aydınlatılması için yine asr-ı saadete bir yolculuk yapalım. Çünkü hayatın ve kaderin en hakikî boyutlarını öğrenebileceğimiz bir dönemden bahsediyorum. Asr-ı saadet bize şunu öğretti: Sahabiler, Müslüman olur olmaz Mekke’nin despotik siyasî sisteminin temsilcileri tarafından eziyet görmüş ve çok sıkıntılı bir dönem geçirmiştir. Buna rağmen onlar, sabrederek canlarıyla ve mallarıyla cihat etmiştir. Halbuki Mekke döneminde birçok sahabinin maddî durumu hiçte iyi değildi. Ama buna rağmen onlar, ellerinde ve avuçlarında ne varsa hep dava için infak etmiştir. Onlar, zor günlerin kahramanlarıydı. Bolluk yaşadıkları dönemlerde de cömertlikleri elbette devam etmiştir, ama onların bariz özellikleri bilhassa sıkıntının had safhada olduğu dönemlerde her şeyden feragat edip, bedenen ve maddeten bu dine hizmet etmek olmuştur.
Allah da cömertliklerini ta baştan beri hiç esirgemeyen bu sahabileri Ku’ân-ı Kerim’de fazlasıyla övmektedir. Daha da ötesi, o kritik ve hassas dönemlerde İslâm’a hizmet eden ve Müslümanlara yardım eden sahabileri, bolluk günlerinde yardım eden diğer Müslümanlardan daha üstün tutmaktadır. Ne kadar enteresan değil mi? Hem de çok ilginç! Üzerinde tefekkür etmek gerekir. Hak Tealâ, Mekke’nin fethinden önce infak eden ve savaşanlarla, Mekke’nin fethinden sonra infak eden ve savaşanların denk olmadığını şu şekilde açıklamaktadır:
“(Ey Müminler!) Size ne oluyor da, Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır (her şey O’nundur ve O’na kalacaktır; çünkü bâki O’dur). İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce Allah yolunda harcayanlar ve savaşanlar, (diğerleri ile) bir değildir. Onların derecesi, sonradan harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah, hepsine de en güzel olanı (cenneti) vaat etmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Hadîd; 57/10).
Allah, her ne kadar zor şartlarda muhtaç insanlara para yardımında bulunanları daha üstün kılsa da normal dönemlerde hayır yolunda harcama yapanları unutmamakta ve onları da Cennetine dâhil etmektedir. Ancak; Allah, Müslümanların cömertliklerini kesintisiz olarak her zaman görmek ister. İmanın, ihlâsın, sosyal ve manevî dayanışmanın sürdürebilirliğini âdeta inançlı kişilerin merhametine ve buna bağlı olarak cömertliğine bağlamaktadır.
Kur’ân’da iyilikte bulunmanın sevabı genelde bire on olarak gösterilmektedir. Allah yolunda yapılan infakın sevabının ise bire yedi yüz ve daha üstü olduğu bildirilmiştir. Bu da infakın Allah katındaki değerini göstermektedir. Buna bağlı olarak şüphesiz zor şartlar altında yapılan infakın, rahat dönemlerde yapılandan daha değerlidir. Zor şartlar altında infakta bulunanların sevapları ve manevî dereceleri, buna göre elbette daha yüksek ve belki de Cennetteki makamları da farklı olacaktır.
Günümüzün Müslümanları da “benim durumum hiç müsait değil, yatırım yaptım borçluyum…” gibi bahanelerle infaktan geri kalmamalıdır. Şimdi bana belki de itiraz edip, “var mı böyle Müslümanlar, hem borçlu olacak, hem de (ufak çapta da olsa) başkalarına yardım etmeye kalkışacak?” Bendeniz, tecrübeye binaen “böyle mübarek insanlar her zaman vardır” diyorum. Biliyorsunuz OHAL döneminde “alnı secdeye varan Müslümanların” ağır bir iftirası yüzünden işimden olmuştum. Sadece bir iki kez görüştüğüm halde o kadar samimî olmadığım halde bir ilahiyatçı hoca beni telefonla aradı. Artık ismini de vereyim ki herkes duysun ve bilsin: Bahsettim şahsiyet, rahmetli Prof. Dr. Osman Eskicioğlu’dur. Bana aynen şunları söyledi:
“Hocam; durumunu biliyorum. Haksız bir sebeple işinden oldun. Ben emekli oldum, kendimize bir ev aldık. Şu anda borçluyum ama şimdilik sana ben her ay 1.000 TL göndereyim. Borcum, birkaç ay sonra bitecek. O zaman sana 2.000 TL göndereceğim. Benim elimden ancak bu kadar geliyor. Lütfen kabul et…”
“Zengin oldukları halde yakın akrabalarım bile bırakınız böyle bir teklifte bulunmayı, bir geçmiş olsun dahî söylemekten çekinirken, bu hocaya ne oluyor da kendini aşarak, bana ısrarla böyle yardım etmek işitiyor?” diye kendi kendime çok sordum. Sahabi şuuruyla yaşayan sosyal duyarlı hocam, “babam, borç dâhil karşılıksız olarak kimseden para almayacaksın, sonra hakkımı helal etmem” sözünü hatırlattıktan sonra ısrarından vazgeçti.
Bu gibi sosyal duyarlı zengin Müslümanlar, tıpkı sahabiler gibi, ölüm gelmeden önce veya her an ölebilecekmiş gibi sahip oldukları sermayelerinin önemli bir kısmını sadaka olarak ayırır. Ve daha da önemlisi, talep olsun veya olmasın sadaklarını ertelemeden hep vakti zamanında yaparlar. Bu hususta da Peygamberimizin (sav) şu sözleri, onlar için bir rehberlik niteliği taşımaktadır:
“Sadakanın en iyisi, kendinizin vereceği sadakadır. Sağ iken, malınız elinde iken istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğiniz sadaka, sadakadır. Yoksa yaşayacağınıza ümidiniz kalmayınca, can boğazınıza geldikten sonra, filana şunu veriniz veya benden sonra filana şu kadar verilsin, demek değildir. O zaman çok geç kalmış olursunuz. Sizden sonra onlar (zaten) istediklerini yaparlar.” (Müslim).
Bu hadis-i şerif, şu ibret verici âyete ne güzel ışık tutmaktadır:
“Birinize ölüm gelmeden önce (size rızık olarak verdiğimiz) mallarınızdan (Allah yolunda) sarf edin ki, ölüm geldiği zaman: ‘(Allah’ım; Ne olur) Ölümümü biraz geciktirsen de sadaka verip, iyilik edenlerden olsam’ demeyesiniz” (Münafikun: 63/10).
Ölüm gelmeden önce sadaka vermede öncü olan bu örnek şahsiyetler, hayır konusunda birbirinden farklı yöntemler uygulayabilir. Bazıları tasarruf eder de (ihtiyaç fazlası olarak) daha büyük miktarlarda verir, bazıları da biriktirmeden eline geçenin (yine ihtiyacı dışında olanın) bir kısmını hemen verir. Peki, hangisi daha efdaldır derseniz, duruma göre her ikisi de (acil veya stratejik) ihtiyaca göre değişebilir. Niyet, hep vermek olduğu için, her iki yaklaşım da aslında güzel bir davranış olduğu söylenebilir. Nitekim Hz. Abdullah b. Zübeyr, Hz. Ebu Bekir’in iki cömert kızı hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir:
“Aişe ile Esma’dan daha cömert kadın görmedim. Ancak bunların cömertlikleri birbirinden farklıydı. Şöyle ki; Aişe biriktirir ondan sonra dağıtırdı, Esma ise elinde bulunanı ertesi güne bırakmazdı.” (Buhari).
Peki, hayır noktasında bizler hangi yöntemi uyguluyoruz?