islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4852
EURO
36,4080
ALTIN
2.960,47
BIST
9.359,62
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

ZÜHD NEDİR NE DEĞİLDİR?

ZÜHD NEDİR NE DEĞİLDİR?
29 Kasım 2021 14:59
A+
A-

İnsan, içinde yaşadığı  sosyal, kültürel ve  dinî şartlara  göre bazı konulara  daha fazla önem ve değer  verme ihtiyacı hisseder. Çağlara göre şartlar  değiştikçe, konulara verilen  önem ve değerlerde  de değişimler olur.  Nitekim İslâm’ın ilk yüz yıllarında Müslümanların, dinî  kavramların anlamları ve anlam arayışları içinde  oldukları; orta dönemlerde hakikatin  ve mahiyetinin ne olduğu  konusuna  yoğunlaştıkları, günümüzde ise güç elde etme arayışları içinde oldukları, bunu elde etmek  için de paraya ve makama daha çok önem  verdikleri  görülüyor.   Nitekim İslam’ın ilk  yüz yıllarında  oluşan düşünce sitemleri, bir çok Kur’anî veya ondan mülhem  kavramları, terimleştirme ve anlam genişletmesi yoluyla kendi  üşünce sistemlerine  dayanak yaptıkları;  özellikle de  fıkhî, kelâmî ve tasavvufî  yönelişlerde  bunun   bir çok örneğinin  bulunduğu biliniyor. Mesela sufî hareketin önde gelen temsilcilerinden  Necmeddin  Kübra’nın “Usul-ü Aşere” adlı  eserinde tasavvufla ilgili  on  usulden söz ettiği ve  bunları  da  zühd,  tevbe, tevekkül, kanaat, uzlet, zikre mülâzemet, Hakk’a dönmek, sabır, murakabe ve rıza olarak açıkladığı görülüyor.

Bu  on ilkeden  biri olan  zühd, “bir şeye rağbet etmemek, ona karşı ilgisiz davranmak, ondan yüz çevirmek” anlamlarına geldiği ve karşıtının da istek ve arzu anlamına gelen “rağbet” olduğu anlaşılıyor. Buna rağmen sufî  düşüncede zühd,  genellikle dünyaya karşı olumsuz tavır ve davranışların bütününü ifade eder. Dünya malına, makama, mevkiye, şan ve şöhrete önem vermeme; azla yetinme, çokça ibadet etme, âhiret için hayırlı işlere yönelme, zühd ile ilgili bazı göstergeler arasında yer alır [1] İnsanın tabiî içgüdülerine ve eğilimlerine engel olması, ihtiraslarının ve kötü temâyüllerinin ezilip yok edilmesi olarak da anlaşıldığı  müşahede ediliyor. Gazâlî ise zühdü bir varlığa olan rağbeti daha hayırlı olana çevirmek olarak anlıyor ve rağbet görmeyen bir şeye karşı yapılan zühdün,  zühd olmadığını söylüyor.    Kısaca  zühdün,“ Her türlü masivadan, kîl ü kâlden, abesten  sakınma”[2]  olarak  da açıklandığı  görülüyor.  Bir zamanlar yaygın olan “Bir lokma bir hırka” anlayışının  da  zühdle yakından ilgili olduğu biliniyor. Zira zaman zaman  malı mülkü olmayana da  “zahid” denildiği olmuştur.  Ancak  böyle bir anlayışın doğru olmadığı da açıktır. Zira  malı mülkü olmayana “zahid” değil, yoksul anlamında “fakir” denilmektedir.

Bazıları ise zühdü, haramları terk etmek anlamında avamın zühd’ü ve zaruret miktarlarından fazlasını terk etmek anlamında havassın zühd’ü olmak üzere ikiye  de ayırmışlardır. Neticede  tanımı ne kadar farklı olursa olsun  zühdün,  bir kısım Müslümanları  derinden etkilediği, bilinen bir  husustur. Nitekim Hz. Peygamber  daha  hayatta iken zühd anlayışını yansıtan  bazı örneklerin varlığı, bunun bir göstergesidir.

Bir gün kıyâmet alametlerinden söz eden Hz. Peygamber, bir grup sahabîyi derinden etkilemiş ve bu grup Osman b. Maz’ûnun evinde top­lanarak sürekli oruç tutmaya, geceleri namaz kılmaya, yatakta yatmamaya, et ve yağ yememeye, kadınlara yaklaşmamaya yün elbise giymemeye, dünyayı terketmeye, yeryüzünü gezip dolaş­maya ve bu konularda birbirlerini kontrol edip eksikliklerini ha­tırlatmaya karar vermişlerdir. Hz. Peygamber, bu olayı ha­ber alınca, hemen Osman b. Maz’ûn’un evine gitmiş ve onlara:

“Ben bununla emr olunmadım. Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gecenin bir kısmında ibâdet edin, bir kısmında da uyuyun. Ben geceleri bazen kalkar, namaz kılarım, bazen de yatar uyurum. Bazen oruç tutar bazen de tutmam. Et ve yağ yerim. Kim benim sünnetimden ayrılırsa benden değildir, demiş, daha sonra adeti üzere mescide giderek hutbeye çıkmış ve şunları söylemiştir:

“ Bazılarınıza ne oluyor ki, kendilerine kadınları, yiyecekleri, helal ve nimetleri, uykuyu ve dünyanın meşrû zevklerini haram kılıyorlar. Dikkat ediniz ben size Hristiyanların keşiş ve ruhbanları gibi olmanızı kesinlikle emretmedim. Bizim dinimize et yememek, kadınları terk etmek, Hristiyanların yaptıkları gibi devamlı ibâdet edilecek özel yer­ler kullanmak yoktur. Ümmetimin inzivâsı oruç, ruhbâniyyeti ise cihattır. Allah’a ibâdet ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak koşma­yınız. Haccediniz ve umre yapınız. Namazınızı kılınız ve zekâtı­nızı veriniz. Ramazan orucunuzu tutunuz. Sizden önce çok aşırı gidenler, helak oldular. Siz kendinize sahip olunuz”. Daha sonra da ‘Ey îmân edenler, Allah’ın size helâl kıldığı şeyleri kendini­ze haram kılmayın, aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez’  buyurdu.” [3]

Abdullah b. Amr b. As ise askerî bir kimlik ve kişiliğe  sahip olan ba­basının tam aksine gece ve gündüz bütün vakitlerini ibâdetle ge­çiren bir sahabi idi. Sırf bu yüzden babası onu Kureyş’li bir kız­la evlendirmişti. Fakat Abdullah ibâdetlerinden vakit ayırıp da eşiyle ilgilenmemişti. Konuya muttali olan Hz. Peygamber, ona ‘Ben hem oruç tutarım hem de tutmam. Geceleri hem namaz kılar hem de uyurum. Hanımlarımla bir arada bulu­nurum. Benim sünnetim budur. Benim sünnetimden ayrılan ben­den değildir’ diyerek şöyle devam etti: “Her âbidin ibâdet için coşkulu anları ve dönemleri mevcuttur. Fakat bu dönemi bir du­raklama takip eder. O zaman insan, ya sünnete doğru gider ya da bid’ate doğru gider. Sünnete giden hidayete gitmiş, başka yo­la giden de helâk olmuş demektir.”[4]

“Zühd”,  Kur’an’da isim  olarak yer almaz, zâhidin çoğulu olarak “zâhidîn”  şeklinde bir yerde, sadece Yusuf suresinde  geçer ve “değer vermeme” anlamına gelir. Bu kelimenin yer aldığı ayette “Onlar  Yusuf’u birkaç dirheme sattılar” denildikten sonra, “Zaten  Yusuf konusunda  ticari bir kâr  amaçları da yoktu/ ona karşı zahid idiler” [5] denilmektedir. Bu nedenle zühdün  Kur’an’daki anlamı ile sufî kültürdeki anlamının  tam olarak örtüşmediği,  buna da zühdün terimleştirilme sürecinde anlam genişlemesinin sebep olduğu anlaşılmaktadır.

Bazılarının zan ettiği  gibi zühd, dünya ve içindekile­ri terk etmek, olsaydı o takdir de zâhid kişi neyi infak ederek muttaki vasfını kazanacaktı?  Zira sâhip  olunmayan  bir şeyin infakı da yoktur. Zekat ve  sadaka  dinin  temel esaslarından  biridir.  Şayet Allah’ın muradı bütünüyle dünyayı terk etmek olsaydı, zekâtı, sadakayı ve yardımlaşmayı, özellikle karz-ı haseni emredip teşvik etmesi, anlamsız olmaz mıydı? Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamber için “ Seni fakir bulup zengin etmedi mi?” [6] buyurmakta ve onun zengin olduğunu ifade etmektedir. Hatta  kullarından çalışmayı, kazanmayı dolayısıyla onların  mala mülke sahip  olmalarını  istemekte, ancak  cimrilik ederek mal biriktirmeyi veya aşırı harcayarak israf etmeyi de  yasaklamaktadır. Her iki durumda da aşırılık vardır. Allah Teâlâ ise aşırı gidenleri asla sevmemektedir.[7]   Dolayısıyla da “Hayır siz, çabuk geçen şu dünyayı seviyorsunuz.”[8] âyeti ile “malı çok seviyorsunuz” âyeti[9] ma­la ve dünyaya bağlanmayı, özellikle  dünya hayatını çok severek âhireti terk etmeyi kınamakta ve   Karun’a  söylenen  şu sözü de  asla unutmamamızı istemektedir:

“Allah’ın  sana verdiği bunca mal-mülk ile ahiret yurdunu kazanmanın  yolarını ara, dünyadan nasibini de unutma. Allah sana nasıl bol bol ihsan ettiyse, sen de insanlara  bol bol ihsanda bulun.”[10]

Bu bilgilere  göre  zühd, dünyayı,  malı ve mülkü  çok ciddiye almamak ve bunlara değerinden  fazla önem vermemek demektir. Bu nedenle  Hz. Yusuf’un  satış hikayesini anlatırken  Allah Teâlâ’nın “Ona karşı zâhid idiler”  ifadesine  yer verişi ve buna  özel bir  atıfta bulunuşu, bize  verilmiş   önemli bir  mesajdır.  Bizim de   bu mesajdan  alacağımız  bir ders   vardır ve olmalıdır. O ders de dünya hayatında mala ve mülke  sahip olsak da,  sahip olduğumuz mal ve mülke  karşı  onun esiri olacak kadar  rağbet etmemek, hırslı ve  arzulu olmamaktır.  Daha açık bir ifade ile “zühd”,  malı, serveti, eşyayı, kısaca dünya malını cebimize değil kalbimize koymamak;  sahip olduklarımızla şımarmamak, “dünyayı ahiretin tarlası” olarak görmek ve  Kur’an’a ve onun verdiği  mesajlara göre bir  hayat  yaşamaktır.   Bunun için de Müslüman, dünyayı, malı ve mülkü,  kendisini ahirete  götüren bir araç, “Allah rızası” nı da ulaşması gereken bir amaç  olarak    algılamak ve  anlamak  zorundadır.  Zira bu dünyada Allah’la beraber olan, ahirette de O’ nunla beraber olacaktır. Samimiyetle  cevaplamamız gereken  soru şudur:  Allah, bu dünyada bizimle beraber olduğunu ve şah damarımızdan da bize yakın olduğunu söylüyor, ama  biz duygu, düşünce ve davranış olarak  Allah’a  ne kadar  yakınız ve günlük hayatımızda  O’ nunla ne kadar beraberiz?

[1] Cürcanî, Taʿrîfât, “zhd” maddesi.

[2] Mahir İz, Tasavvuf, İstabbul,1969, s.104

[3] Vâhidî, Esbabu’n-Nüzûl, Kahire, 1968, 137-138; Maide,5/87.

[4]  Ali Bardakoğlu ve  diğerleri, Sahabîler Ansiklopedisi ,Tercüman Yayınları, İstanbul, 1989 s.93-96.

[5] Yusuf,12/20

[6] Duhâ, 93/8.

[7] Bakara, 2/190.

[8] Kıyâme, 75/20-21.

[9] Fecr, 89/20.

[10] Kasas,28/77.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.